Dünden Bugüne Dışına Çıkanlar

Deniz Özturhan

14.12.2022 · 10dk da okunabilir.

Şüphesiz ki sanat tarihi, düşünce, inanç ve davranış kalıplarının dışına çıkmayı tercih eden bireyler tarafından yazılmıştır. Bugün sanatta ve yaratıcılıkta hangi mihenk taşını kaldırsak, altından farklı düşünen, fazla merak eden ve cesurca deneyimleyen bir sanatçı çıkar. Bu yazıda müsaadenizle aralarından büyük özenle seçtiğim üç tanesinden bahsedeceğim.

Bir radyo yayınında Amerikalıları uzaylı istilasına inandıran tarihin ilk trolü Orson Welles’ten, standup’un siyahi, açık gay babanesi Moms Mabley’e ve partilere çantasında marulla gezdirdiği evcil salyangozlarıyla katılmayı tercih eden Patricia Highsmith’e, sıradanlığa tahammülü olmayanların hikayesine, dilerseniz hemen başlayalım.

Neden Kadın Komedyen Olmuyor?

Günümüzde pek çok platformda kendisine son derece ayrımcı, bir o kadar da acınası şekilde yer bulan bu sorunun cevabı basit aslında; yüz yıldır kadın komedyenler varlar, sadece bunu ifade edenler biraz cahil. Hatta şanlı Amerikan standupının kurucularından biri 1894, Kuzey Karolayna doğumlu Loretta Mary Aiken ya da sahne adıyla Moms Mabley.

Loretta hanım kızımız 16 çocuklu bir ailenin dördüncü bireyi olarak dünyaya gözlerini açıyor açmasına ama ailenin kalabalıklığı ve yaşam şartları, üstelik anneanesinin gaz vermesiyle evden kaçmak için ancak 11 yıl bekleyebiliyor. Bir vodvil tiyatrosuyla dans edip şarkı söyleyerek Amerika’yı dolaşmaya başlayan Loretta’nın ilk gençlik yılları maalesef, 14 yaşına basmadan doğurup evlatlık verdiği iki çocuk ve buna bağlı istismar hikayeleriyle epey çetin ve acılı geçiyor. Hatta Mabley soyadını kendisi gibi bir performansçı olan ilk erkek arkadaşından edinen Loretta, “Benden o kadar çok şey aldı ki, ben de en azından soyadını alayım dedim.” diye açıklıyor bu durumu 70’li yıllarda verdiği bir röportajında.

Loretta kısa zamanda Chitlin Circuit adı verilen ve siyahi performansçılar tarafından, siyahi izleyicileri eğlendirmek üzere Amerika’nın dört bir yanına yayılmış bulunan sahnelerde ünlenmeye başlıyor. Bu arada takvimlerin hala 1920’leri gösterdiğini ve özgürlüğün ülkesi ABD’de 1960-70’li yıllara kadar ırkçılığın doyasıya ve son derece de rahatlıkla yaşandığını aklımızda tutmamız yerinde olur. Yani ilk New York sahnesini Harleem’de Connies Inn’de de yapsa, siyahi kadın bir komedyen olarak Moms Mabley’in öyle büyük paralar kazanma ihtimali yok ve hayatının her günü sahneye çıkarak ancak geçimini sağlayabiliyor. Bu arada 1921 yılında, 27 yaşındayken gay olduğunu açıklamayı ve tarihin ilk açık gay komedyeni olmayı da ihmal etmiyor. Çünkü bu kadın korkusuz. Çünkü bu kadın; ov may gad! 20’ler ve 30’lar boyunca androjen kıyafetler giyip lezbiyen şakalarından oluşan rutinler kaydeden Moms’un sıradışılığı karşısında şapka çıkarmadan duramıyorum.

1950’li yıllara gelindiğinde Miss Mabley, komedyen ortamndaki forsu ve kol kanat gericiliği sayesinde “Moms” lakabını hakkediyor. Dahası bu lakaba uygun, dişsiz, ev kıyafetli, dağınık, temizlikçi bereli bir kadın karaker de yaratıyor sahenede. Ve anneanesinden de esinlenerek oluşturduğu bu tehdit edicilikten uzak, sempatik karakter sayesinde, dönemin eril komedyenlerinin bile girmeye cesaret edemediği, ırkçılık, cinsellik ve çocuk sahibi bir dul olmak gibi sert konulara değindiği standuplar yapmaya başlıyor.

Moms Mabley’in New York’un en büyük sahnelerini görmesi ve pek çok televizyon şovunda rol kapması için 70’li yaşlarına kadar çalışması gerekiyor. Müziği de sahne performansının bir parçası haline getiren Mabley, 75 yaşında ABD Top 40 listesinde ismi olan en yaşlı insan ünvanını bile alıyor. Aynı yıllarda Tina Tuner konseri açılışı, Ed Sullivan Şov gösterisi gibi inanılmaz forslu sahneler yapmasının yanı sıra , tam 80 yaşındayken Amazing Grace filminde oynuyor. Ertesi yıl kalp yetmezliğinden hayatını kaybedecek olan Moms Mabley’in son çalışmaları bunlar olurken, Moms ardında ikisi evlatlık verilmiş 6 tane de evlat bırakıyor. Mirasının bir parçası olan Whoopie Goldberg’in oynadığı 2013 yapımı, Emmy ödüllü belgeseli eminim internetin bir köşesinden bulup izleyebilirsiniz.

Dahi neresinden belli olur?

1915 doğumlu minik Orson tam bir cingöz. Popüler bir bisiklet lambası keşfederek servet sahibi olan bir baba ve konser piyanisti bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Orson, daha 10 yaşındayen çizer, aktör ve şair olarak adından söz ettiriyor. Fakat anne babasının boşanması, dahası annesinin 9, babasının ise 15 yaşındayken hakkın rahmetine kavuşması neticesinde ilk gençlik yıllarını iyi bir yatılı okulda geçiriyor. Burada ileri yıllarda mentörü olacak bir hocanın da yardımıyla ilgilendiği alanlarda kendini geliştirme, ilk tiyatro ve sahne pratiklerini yapma fırsatı bulan Orson, mezuniyetin ardından burslu olarak Harward’a kabul ediliyor. Fakat okula devam etmektense, “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” mottosuyla, gezmeye karar veriyor.

Böylece henüz 16 yaşındaki Orson’un bir eşşek sırtında ve ressam olmak hayaliyle Avrupa’yı gezdiği döneme giriş yapıyoruz. O gezide Dublin tiyatrosu müdürüne kendisini ünlü bir Broadway yıldızı olarak tanıtıp oyunlarda rol kapmayı bile başarıyor. Orson’un erken dönem başarı listesinde, çocukken ezberden okuduğu Shakespeare eserlerini illustrasyonlarıyla süsleyerek, “Herkes İçin Shakespeare” adlı bir kitap çıkartması da var. Orson’un çizimlerini Kuzey Afrika seyahati sırasında yaptığı bu kitap, ülke çapında bir best seller olarak on yıllarca basılıyor.

18 yaşına geldiğinde Orson, New York’ta üç tane oyunda rol kapıyor, ertesi yıl ise ilk radyo işini almayı ve evlenmeyi başarıyor. 1935 yılında artık Orson’un artık ünlü bir radyo yıldızı olduğunu ve neredeyse film yıldızları kadar para kazandığını gözlemliyor ve şimdiden kendisinin algıların dışına çıkan yeteneği ve azminden etkileniyorz. Oysa her şey yeni başlıyor.

1930’ların büyük ekonomik buhran yıllarında Orson Welles, radyodan kazandığı parayı halk tiyartosuna yatırmak suretiyle prodüktörlüğe de soyunuyor. Hatta ilk oyununda 150 siyahi oyuncuyla, sonraları Vodoo Machbeth olarak da adlandırılacak ve onu derhal deha mertebesine taşıyacak bir Shakespeare uyarlamasına imza atıyor. Bu noktada Orson beyin sadece 20’li yaşlarının başında pek çok sanat kariyerinin tamamını paketlediğini görüyor ve hafif baygınlıklar geçirerek yolumuza devam ediyoruz.

Orson bir yandan dönemin en büyük radyo yazarı ve aktörü olarak ünlenir, öte yandan Mercury Tiyatrosu’nda onlarca özel oyun çıkartırken kariyerinin en eğlenceli anketodlarından birine de imza atıyor. H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı eserini Mercury tiyatrosu ekibiyle oynarken, intro kısmını kaçıran dinleyiciler gerçekten dünyayı Marsılılar’ın istila ettiğini zannediyor ve büyük paniğe kapılıyorlar. Hatta bu mithin gerçekmiş gibi dünyayı çalkandırmasına Adolf Hitler bile karşı koyamayıp, bir konuşmasında olaydan bahsediyor.

Artık dünya çapında bir üne sahip olan Mr. Welles’e Hollywood teklif götürmekte gecikmiyor. Tüm zamanların en iyi anlaşmalarından birine imza atarak Hollywood’a giriş yapan çalışma bağımlısı dahi ise bu kontrata ilk filmi, tüm zamanların en kült yapımlarından biri olan Yurttaş Kane ile cevap veriyor. 9 Oscar’a aday gösterilip sadece en iyi senaryo dalında bir ödül alan film, Orson’un yazıp, yönetip oynayacağı diğer filmler için zemin hazırlarken, Dünyada da 2. Dünya Savaşı’nın başladığına tanık oluyoruz. Orson Welles 2. Dünya Şavaşı’nda Latin Amerika’ya iyi niyet elçisi olarak gidiyor. Fakat bu elçilik işinin sürmekte olan projeleri aksattığı gerekçesiyle, Orson yazıp yönetip montajına oturduğu filmlerden ve en nihayetinde de bağlıı olduğu Hollywood stüdyosundan kovuluyor.

Orson Welles’in Hollywood’dan sürgün edilmesi hem yenilikçi görüşlerine, hem de dahice sinamasına bir tepki niteliğinde. Adeta sistem tüm zamanların en üretken sanatçılarından birine “Yavaş git kardeş, biz senin kadar dışından bakabilen bir toplum istemiyoruz” diyor. Orsan Welles bu aforoz edilmeyi ömrü boyunca atlatamadığını ifade etse de, hayatının sonuna dek pek çok projede oyuncu, seslendirme sanatçısı, yönetmen ve yazar olarak görev almayı, sanatseverlere ve diğer sanatçılara ilham olmayı sürdürüyor.

Sanatçıya rağmen sanatını sevmek mümkün mü?

Patricia Highsmith 20’den fazla film uyarlamasıyla, dünya edebiyatında sinemaya en fazla ilham olmuş isimlerden biri. Onun gerilim dozu yüksek polisiye eserleri, yazarın insan psikolojisini tahlil etmedeki ve aktarmadaki gücünü gösterirken, Patricia’nın hayatı adeta insan cinsinden kaçmak üzerine kurulu diyebiliriz. Peki en yakınları tarafından bile oldukça sert ve huysuz bulunan Patrica hanımın sanattaki başarısını, kişiliğindeki bu talihsizlikle açıklayabilir miyiz?

Ben deneyeceğim, kısmet.

Patricia Highsmith 1921 yılında Teksas’ta kendi doğumundan önce boşanmış bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Hatta annesi onu düşürmek için terebent içtiğini idda ederek genç Patricia’yı geri dönülmez şekilde travmalıyor. Hele 9 yaşındayken New York’a taşınan annesi ve üvey babasının bir yıl boyunca onu büyükannesine bırakmasını kesinlikle atlatamıyor minik Patricia. Annesiyle yaşadığı bu sevgi-nefret ilişkisinin bir yansımasını, annesini bıçaklayarak öldüren bir çocuğun hikayesini anlattığı Su Kaplumbağası adlı öyküsünde görebiliyoruz. En azından edebiyat tarihçileri bu yönde fikir birliğine varmış görünüyorlar.

İngiliz dili edebiyatı ve hikaye yazarlığı alanında kollej eğitimi alan Patricia, mezuniyetinin hemen ardından Time, Fortune, The New Yorker, Vogue gibi dergilerde yazarlık işi buluyor. Sonra da Truman Capote tarafından bir sanatçı komunü olan Yaddo’ya önerilerek, orada ilk romanı “Trendeki Yabancı” için birkaç ay çalışma fırsatı buluyor. Bu arada Yaddo’yu sanatçı komünü diye geçiştirmeden önce New York’ta muhteşem bir mailkanede dünyaca ünlü sayısız sanatçıya ev sahipliği yapmış ve hala çalışmakta olan bir kurum olduğunu da ekleyelim. Patricia bu alanda geçirdiği birkaç aydan öyle memnun kalmış olmalı ki, mirasının büyük kısmını yine buraya bağışlamayı tercih ediyor.

Patricia sanatsal başarıyı erken ve coşkuyla tatmış olmasına rağmen ömrü boyunca depresyon atakları ve daha pek çok şeyle  savaşmak zorunda kalmış bir insan. Çok ketum olduğu özel hayatına fazla insan sokamamasının, insanlardan ziyade hayvanlarla arkadaşlık etmeyi seçmesinin ve en nihayetinde elbisesinin içinde Fransa’dan İngiltere’ye kaçak soktuğu yüz kadar salyangoz beslemesinin gerisinde aslında bu rahatsızlığı var. Patricia yine bazı partilere salyangozları ile katılarak,  adeta insanlarla diyaloğa çok da meyili olmadığının altını çizmeye çalışıyor.

Öte yandan homoseksüel kimliğini gizlemeye değil ama terapi ile tedavi etmeye çalıştığı, bir erkekle nişanlandığı dönemler de oluyor Patricia’nın hayatında. Patricia kadınlara aşık olsa da, erkeklerle arkadaş olmayı daha makul ve eğlenceli bulduğunu ifade ediyor bir röportajında. Bazıları tarafından kadın düşmanı lezbiyen olarak acımasızca yaftalanıyor olsa da, pek çok yazara açık sözlülükle destek olmuş, mizahı yüksek bir karakter Patricia. Ve kendi değimiyle yalnızken başkalarıyla olduğundan çok daha yaratıcı ve özgür hissediyor.

Patrica’nın çok da hümanist olduğunu idda edemeyeceğimiz kimi siyasi fikirlerinden en göze çarpanı, Filistin’i desteklemesi. 1983’te yayınladığı “Kapıyı Çalan İnsanlar” kitabını Filistin halkına adayan Highsmith, Uluslararası Af Örgütü bünyesinde de çalışmalar yapıyor.

Highsmith’in yazarlık kariyeri çizgiroman yazarlığı ile bir dönem sönük geçse de, 1950 yılında yazdığı ilk romanı “Trendeki Yabancı”nın 1951’de Alfred Hitchcock tarafından sinemaya uyarlanmasıyla bir anda şöhrete kavuşuyor. Fakat bu sefer de iki lezbiyenin aşkını anlatan ikinci romanı “Tuzun Bedeli”ni kendi adıyla yayınlamaktan çekiniyor Highsmith. 40 yıl sonra romanını sahiplenirken de “bu romandan önce homoseksüel karakterler ya intihar ediyor ya da cinsel kimliklerini inkar ederek ömür boyu mutsuzluğa mahkum oluyorlardı. Bu kitapla ilk kez mutlu lezbiyen bir çiftin hayatı insanlara umut oldu” diye açıklıyor. Tuzun Bedeli ya da kimi baskılarındaki adıyla Carol yazarın şiddet ve suç içermeyen yegane eseri olarak da tanınıyor.

Highsmith’i dünyaca şöhrete kavuşturan eserleri ise şüphesiz ki Yetenekli Bay Ripley serisi. Bu seride etkileyici bir birey olan Tom Ripley, öldürdüğü zengin adamın yerine geçerek bizzat onun hayatını yaşıyor. Patricia hanımın bu eserdeki en büyük marifeti, soğuk kanlı bir katille okuyucunun kendisni özdeşleştirmesini sağlamak. Beş kez filme uyarlanmış kitapları okurken ister istemez zeki, işini bilir, entelektüel ve etkileyici bir canavar olan Bay Ripley’e saygı duyuyor, onun kazanmasını ve işlediği cinayetin yanına kar kalmasını arzuluyorsunuz. Tıpkı belki de herhangi bir erkek yazardan daha aksi ve yalnız olmamasına rağmen hayatı boyunca “huysuz ve tatsız” olarak tanınan Patricia’nın sanatına ve özgünlüğüne hayran olduğumuz gibi…

Patrica Highsmith de Moms Mabley ve Orson Welles gibi hayatı boyunca üretmeye devam ediyor. 1995 yılında akciğer kanserinden hayata veda ettiğinde ardında 22 roman, yüzlerce hikaye ve tüm bir ömür boyunca yazılmış günlükler bırakıyor. 2008 yılında Times tarafından Dünyanın En Büyük Şuç Yazarı seçilmesi, malunun ilanından başka bir şey olmasa da, biz yazar kadınlara ümit veren bir durum.

Şimdi diyeceksiniz ki, peki bu üç yaşam öyküsü  ve bu üç nadide sanatçıdan nasıl bir deneyim, nasıl bir onuç çıkartmak yerinde olur?

Ben şahsen dehanın sadece bir başlangıç alevi olduğuna ve her insanda farklı konularda bu alevin için için yandığına inanan biriyim. İçimizdeki yaşam ateşinin minik bir mum olarak mı kalacağına, yoksa dev bi şöminde onlarca hatta yüzlerce canlıyı mı ısıtacağına biz karar veriyoruz. Ve bu kararın altını her gün yaptığımız basit seçimlerle bir kez daha çiziyoruz. Özetle; içimizdeki minik alev dünyayı kasıp kavuracak bir yangına, büyük bir etkiye dönüşsün istiyorsak, belki de hayata dışına çıkarak bakmayı ve sevdiğimiz şeyler için çabalamayı asla bırakmamayı her gün yeniden tercih etmeliyiz.

Ben Deniz Özturhan, bu yazıyı okumayı tercih ettiğiniz için çok teşekkür ederim.