KARADENİZ’İN KÜLTÜREL MİRASI SÖRF!
Tahtalar havaya uşaklar, kovabunga! Bugünkü konuğumuz Sri Lanka’da ve Ordu’nun Perşembe ilçesi, eski adıyla Vona’da hostel ve sörf okulu kuran Deniz Toprak. Kendisiyle yapımcılığını üstlendiği, ünlü sörfçü Kepa Acero’nun ve yönetmen Clint Davis’in de katılımıyla çekilen Türkiye’nin ilk sörf filmi Vona’yı, Karadeniz’in büyük otoyol projesiyle yitirilen kültürel mirası viyayı, Karadeniz ve Sri Lanka’da paylaşılan çay kültürünü, Türkiye’de hayalini gerçekleştirme yolunda önünde çıkan zorlukların nasıl #DışınaÇıktığını konuştuk.
Hoş geldin, günaydın diyerek başlamak istiyorum.
Günaydın Mina.
Hayli yüksek dalgaları kovalamadan önce biraz başa sarıp seni buraya sürükleyen dönüm noktanı sorarak başlayalım. Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünden mezun olup bir süre uluslararası bir şirkette çalışmışsın, sonra sörf merkezli bir hayat yaşamak istediğini fark edip Sri Lanka’ya doğru yol almışsın. Sörfe olan tutkunun tam olarak nasıl ve nerede keşfedip peşine düşmeye karar verdin?
İlk defa 2001 yılında bir Latin Amerika seyahatinde ilk defa denedim sörfü, Meksika’da. İlk defa dalgalarla bu araçla, yani sörf aracılığıyla tanıştım. Dalgaları sürmek biraz da Karadenizlilerin aşina olduğu bir şey çünkü dalgalı denizde büyüyor buranın insanı, vücut da bunun keyfini sürmeyi biliyor ama bu işin o tahtayla ve ayağa kalkmış bir halde iyice hormonların zirve yaptığı bir tutkuya dönüştüğünü ilk defa Meksika’da fark ettim. O seyahatin devamında ben yine Kosta Rika’da falan sörf yapmaya devam ettim ama öncelik şey oldu benim için: Nasıl sörfün olduğu bir yere gitmek için bir sebep yaratabilirim? İş veya eğitim için gerçekleştirdiğim seyahatlerimde nasıl bir bahane yaratabilirim ki oraya gidebileyim, bir yandan da sörf yapabileyim? Bir de daha da uzun vadede, bu bahanelere gerek kalmayacak sörfle ile iç içe bir yaşam şekli nasıl olabilir sorusunu da heyecanla ve merakla aramaya başladım. Aslında o seyahatten sonra birçok şey değişti benim için.
Sri Lanka da bu hayatın getirisi olarak ikinci yuvan olmuş ve Vona, yani Perşembe ve Sri Lanka arası mekik dokuyorsun. Buradayken Sri Lanka’ya Sri Lanka’dayken buraya dair özlediğin şeyler var mı?
İkisi de birbirine çok ciddi benzerliği olan yerler bu arada. Tesadüfen yani, biz seçmedik. Gerçekten o benzerlik bizi çok şaşırttığı için de aklımızdakiler daha da hızlı oturdu; iklimsel olarak, insan olarak, vesaire… Tabii Sri Lanka’nın biraz daha Budist bir ülke olmanın verdiği rahatlığı var. On iki ay sıcak bir yer. O sıcakta yaşayan insanların, sahil kesiminde yaşayan insanların olduğu o rahatlık, o sinirlerini aldırmışlık var. O bence çok kıymetli. İnsanı rahatlatan bir yapısı var. Yani her gün sokakta, metrobüste gördüğün insanları bir düşün; bir de Sri Lanka’daki göz göze geldiğinde gülümseyip beyaz dişleri gözüken insanları düşün. Tabii ki ikinci çok daha cezbedici. O yüzden de biz de gündelik hayatımızda oranının o sakin insanlarıyla olmayı çok seviyoruz. Bir yandan dalgalar da şahane orada, on iki ay yaz dediğim gibi. Ona alışmak çok güzel ama Perşembe de tabii benim babamın büyüdüğü yer, o yüzden orada sörfe dair bir şey yapmanın da apayrı bir tutkusu var. Bir şeylerle mücadele ediyorsun ama başarmak istediğin şeyler var, değiştirmek dönüştürmek istediğin şeyler var. Bu da eğer senin tutkunun merkezi ise o bu merkez seni çekmeye devam ediyor, garip bir his yani. Mesela aynı şeyi Sri Lanka için söyleyemem. Sri Lanka benim iş yaptığım, keyifli hayat sürdüğüm bir yer. Bir amaç uğruna zorlanma vardır ya, onun çekiciliği vardır yani. O seni çekiyor içine ve gelişip değiştikçe daha da içinde buluyorsun kendini. Öyle bir noktaya geldim ki, Karadeniz’e Sri Lanka’ya göre çok daha fazla bağlılığım var. O yüzden senenin büyük çoğunluğu Karadeniz’de geçiyor. Burası çok ciddi bir emek istiyor çünkü. Daha yürüme hatta ekleme modunda şu an Karadeniz’de yapılan işler, bir pazar oluşturmaya çalışıyoruz, sıfırdan bir şey yapmaya çalışıyoruz. Onun verdiği bir zorluk var ama dediğim gibi bu zorluk bizi çekiyor, o çok heyecanlı.
Biraz oraya dönelim, Sri Lanka’da kurduğun Mellow Hostels’in Perşembe’de bir şubesini açıyorsun ve bir hostel olmanın dışında burası bir sörf okulu. Bir sörf okulu açma maceran nasıl başladı? Çünkü bir şeyi icra etmek bambaşka, öğretmek bambaşka şeyler. Onu Türkiye’ye getirirken yaşadığın zorluklar, düşünceler… Biraz o süreci bizle paylaşabilir misin?
Günün sonunda bunun çıkma sebebi zaten şey: Nasıl sörf yaparken ben bir şekilde gelirimi kazanırım ki bu iş sürdürülebilir olsun? Bunu yaparken de zaten birkaç opsiyon çıkıyor; sörfle ilişkili eğitim vermek, bununla ilgili turizm yapmak, bununla ilgili işler üretmek. Sri Lanka da benim çok sevdiğim bir yerdi ve Türkiye’nin 90’lı yılları gibi bir yer. Çok daha bakir, çok yeniliğe açık, yapacak çok iş var. O da beni böyle bir şeye başlamak için kamçıladı açıkçası, dedim ki burası doğru bir lokasyon. Orada yerimizi seçtik, okulumuzu başlattık. Sörf eğitimlerini mesela artık ben oranın çocuklarına direkt verdiriyorum, yani kendim dahil olmuyorum. Artık daha çok iş geliştirme üzerine eğiliyorum ve farklı farklı işler nasıl yapabiliriz onu arıyorum. Tabii ki Sri Lanka bir üçüncü dünya ülkesi; hani mafyasıyla, elektriğin kesilmesiyle, rüşvetiyle, yolsuzluğuyla, her şeyiyle gelen bir paket bu. O hindistan cevizlerinin, palmiyelerin yanında bunlar da geliyor. Her muz cumhuriyetinin kaderi bu çünkü. O yüzden onlarla da yaşamayı öğrenmek ve adapte olabilmek çok kritik. Bu ilk başta çok zorlandığım bir şeydi ama sonra beni çok geliştiren bir şey oldu. Sonra Ordu’ya gelince tabii bambaşka bir seviyede zorluklarla karşılaştık. Burada hiç olmayan bir şeyi, yabancı bir maddeyi bir insanın vücuduna sokmak gibi bir şey bu. Yani bütün bağışıklık sistemi çalışıyor o vücutta, anlatabiliyor muyum? Buranın insanının da bağışıklığı çok güçlü, dolayısıyla direnci fazla. Çok fazla hareket kabiliyeti olan bir zümre değil yani. Ve sen buraya geliyorsun, insanların korktuğu bir denizde bir şeyler yapmayı düşündüğünü; bunu hatta çocuklarla yapacağını, kadınlarla yapacağını söylüyorsun. Hatta sonra bunu çeşitlendireceğini, insanların sörfü anlamayı bırak, üzerine yogasını falan katacağını söylüyorsun. Kulağa güzel geliyor, özellikle şehirli kafasına baktığımızda “Ne güzel işte Karadeniz gelişiyor” falan diyorsun ama buradaki soru şu: Karadenizli ne düşünüyor? Bu soruyu düşünmediğin sürece senin Karadenizli ile bir iletişim kurman mümkün değil. Biz de aslında oranın yavaşlığından beslenerek kendimize hep bu soruyu sormaya çalıştık. Biz bunu yapıyoruz, şehirden gelen giden anlıyor bunu, şak şak herkes kutluyor bizi ama Karadenizli ne düşünüyor? Perşembeli ne düşünüyor? Ordulu ne düşünüyor? Bu soruyu hep sormak ve bu diyaloğu hep korumak lazım. Bunun yapılmadığı gün arada mesafe oluşuyor ve her yapılmadığı gün de o aradaki mesafe büyüyerek devam ediyor. Sonra birbirinden kopuk iki şey görüyorsun; oranın insanı ve kültürü ve senin getirmek istediklerin. Bence bu çok üzücü bir resim.
Onu merak ediyordum aslında epey. Yani yerelde nasıl karşılandığını. Mesela şu an bir kabullenme, bir bağra basma oldu mu? En baştaki direnci kırmayı başarabildiniz mi?
Biz ilk başta kafamızda olanları yolda çok değiştirdik, dolayısıyla hikaye de değişti. Bir şeyleri kabul ettirme noktasında değil artık zaten diyalog, bir şeylere ikna etme falan filan değil. Biz hikayeyi şöyle çevirdik: Karadeniz zaten yüzyıllardır sörf yapıyor. Bu benim bulduğum bir şey değil, onların sahip olduğu bir değer. Karadenizli zaten yüzyıllardır dalgalardan keyif alıyormuş, sürüyormuş yani bunu vücuduyla. Son bir iki jenerasyondur bu yok olmuş. Demek ki burada bir iletişim kopukluğu oluşmuş. Dolayısıyla biz eskiden olan bir hafızayı yeni nesile nasıl aktarabiliriz onun vazifesini üstleniyoruz, başka yaptığımız bir şey yok. O anlatıyı böyle yaptığında çok şey değişiyor, hikayeye oranın yerlisi dahil ettiğinde; ki zaten filmde en çok balıkçılar, tekne ustaları gözüküyor çünkü yani başrol onların. Benden daha çok gözüküyor balıkçılar çünkü onlar oranın yerlileri ve biz onların hafızasıyla, onların bilgi dağarcığıyla bir şeyleri yeniden keşfetmeye çalışıyoruz, bir şeylerden keyif almaya, yeniden anlatmaya çalışıyoruz. Dışarıdan gelen bir şeyle yeni bir bina inşa etmeye çalışmıyoruz. Orada unutulmaya yüz tutmuş bir şey var, jenerasyonlar arasında anlaşılamamış. Bunun üzerine tabii bir sürü işte siyasi, sosyolojik, ekonomik sebep de var. Göç ayrı bir sebep, dijitalleşme ayrı bir sebep, Karadeniz’e otoyol yapıp o denizi doldurmak ayrı bir sebep… Bir sürü sebep var burada. Bunların hepsi Karadenizli için, İğneada’dan Artvin’e her yerde önemli olan bir alışkanlığın, bir aktivitenin bir iki jenerasyondur kaybolmasına sebep olmuş. Bizim de rolümüz o kaybolan kıymetli alışkanlığı daha sofistike şekilde yeni nesile aktarmak, ki denizle ilişkisi kopmasın yeni nesillerin. O yeni nesil de bizim bu aracımızı alıp bambaşka bir modele çevirecek. Bir şeyi açık tuttun mu inanılmaz bir hareket alanı yaratıyorsun ve geri bildirimler ile ilerliyor iş. Dışarıdan gelenin bir geri bildirimi var, içeride olanın geri bildirimi var… Yani sürekli bir alışveriş var burada. Zaten asıl keyifli olan bu sahneyi oluşturabilmek, bu zemini oluşturabilmek.
Bu söz konusu viya kültürünü sizin filmi izledikten sonra çok merak etmiştim. GAIN’deki projenizin de birinci bölümü izledim, orada zaten çok detaylı şekilde bu kültürün nasıl o otoyol projesiyle öldüğü anlatılıyor. Peki Kepa gibi bir dünya çapında bilinen bir sörfçü birden balıkçı amcaların gelip “Yeğenim o hareketi yanlış yapıyorsun” diye damlamasını, gemicilerin size sunduğu rüzgar haritasını nasıl karşıladı ve Türkiye’deki sörfü nasıl buldu?
Yani bu ilişki nereden başladı acaba diye düşünüyorum, bizim herhalde şuna karar vermemizle başladı: 2020’de biz ilk yaz geldik işte birkaç tahtamız var, ben varım, Roksan gidip geliyor, birkaç daha yeni tanıştığımız arkadaşlar var. Birkaç ücretsiz ders yaptık böyle tanışma, sörf bar falan filan gibi. Sonra hızlandırsak mı, Sri Lanka’ya mı gitsek falan filan derken pandemi de biraz vesile oldu, biz o sene kaldık. Sörfü de ben birkaç arkadaşımla yapmaya devam ettim ama ders vermek istemedik, bunu bir hazmedelim istedik yani. Hem Karadeniz’in ihtiyacı ne hem ben ne istiyorum onu doğru anlamak için. İnsanlar da sormaya başladı, “O karavan sizin mi? Karavanın arkasındakiler ne? Onlarla siz ne yapıyorsunuz? Biz de viya yapıyorduk!” gibi bir diyalog başladı orada zaman geçince. Çünkü arabayı park ettiğim yer, atıyorum nalburun önü. Nalbur benden duyduğunu yarın kasaba anlatıyor, ben kasaba gittiğimde kasap “Bana nalbur Mehmet söylemişti” diyor. Küçük yerde zaten hızlı yayıldığı için bir onların ilk girdisini alınca ben bir dakika dedim, burada enteresan bir şey var; biz biraz daha buraya girelim. Sonra bütün kış, 2021 yazının başına kadar bu etkileşime devam ettik ve orada daha da derinlikli işler olduğunu fark ettik. Yani Karadeniz’in çoğu yeri böyle ama Perşembe özellikle, Sinop da mesela, tekne ustalarının çok yoğunlukta olduğu yerler. Hâlâ insanlar tekne üretiyorlar burada ve bu tamamen babadan oğula geçen bir öğreti. Shaping yapıyorlar aslında, yani sörf tahtası da öyledir shaping yaparsın, el işidir. Tarifini veremez adam sana, ölçüsünü de veremez. Ama gidiyor o tekne ve efsane gidiyor yani. Hollanda’da yaşayan bir adam mesela, bir gün Perşembe’ye gelmiş. Bayılmış teknelere, buradan sipariş edip tekneyi bizim Gazanfer Usta’ya yaptırmış. Taa Amsterdam’daki kanallara götürmüş. Eski ahşap tekne ustacılığı bu. Artık fibere döndü her şey ama onlar hâlâ buradan tutunuyorlar ve bu da yeni jenerasyona pek aktarılmayan bir şey. Oraya bakıyorsun o tekne ustalarının yaptığı hikaye de aslında sörf tahtası, aynı mekanizma yani. Denizde yüzen bir şey yapıyoruz ikimiz de, yani çok ayrı dünyalardan konuşmuyoruz. Tabii ki oradan beslenerek doğan işler oluyor. Tabii ki o tozu yutmuş marangoz çocuklardan, gençlerden sörf tahtasını yapmaya meyilli biri çıkabiliyor, ki çıktı da. Fatsalı arkadaşımız Ali mesela. Yani o da Bolaman gibi işte denizcilerin, balıkçıların, tekne ustalarının olduğu bir köyde büyüyüp orada dükkan açan, kendi atölyesi olan bir arkadaş. Modern masalar, sandalyeler, kütüphaneler, mobilyalar, aydınlatmalar falan yapan bir çocuk. Bu çocuk sörfü ilk denediğinde, tabii ki ilk önce bakıyor “Bu ne malzemeden yapılmış, ben bunu yapabilir miyim?” Adamın kafası böyle çalışıyor çünkü, mucitlik öyle bir şey. O da bir tane sörf tahtası yapmaya başladı. Biz mesela o balıkçılarla tanıştıkça “Balığa çıkıyorsunuz bir hafta kalıyorsunuz, neye göre gidiyorsunuz limana? Neye göre çıkıyorsunuz? Nasıl hesaplıyorsunuz bunu, hangi gün çıkacağınızı?” diye soruyorduk çünkü yani 10-20 yıl önce aplikasyonlar daha da sınırlıydı. Nasıl yapıyorsunuz muhabbetinden fırtına takvimi muhabbeti çıkıyor işte, dalgaları sayma yöntemleri var onların, bunlar konuşuluyor. Bir yandan bunu görüyoruz bir yandan da işte Vona’da gördüğün gibi girdiğimiz dere ağızlarında, burunlarda hep balıkçılar oluyor; olta balıkçıları veya oranın yerli balıkçıları, orada yaşayan balıkçılar. Onlar sahilde dolaşırken veya balık tutarken ben denize girmeye çalışınca, özellikle kış aylarında, adam yorum yapmak istiyor çünkü o onun hakim olduğu bir alan, yani adamın bölgesi tamam mı? O yorum yapmak zorunda orada. İyi ki de yapıyor bu arada ve bana da gerçekten öğrenmem gereken şeyler söylüyor. Çünkü oranın zeminini biliyor, akıntının yönünü biliyor, balığı ona göre tutuyor veya balığa ona göre gidiyor. Bunları bilince ve benimle paylaşınca ben de “Ya amca işine bak ya” gibi algılamıyorum bunu; tam aksine “Hadi canım, nasıl olabilir böyle bir şey? Harbiden de haklı adam” diye iyice büyüleniyorum. Bir anda iş şeye dönüyor : Artık biz yaptığımız işi değiştirmeliyiz, modelimizi değiştirmeliyiz, tonumuzu değiştirmeliyiz, yaklaşımımızı değiştirmeliyiz; buradan beslenmeye bir şekilde devam etmeliyiz. Çünkü bu sadece “Balıkçı kültüründen beslenelim abi” demek değil, oranın fırtına takvimi kullanalım. Böyle “Yazdım, çıktısını aldım, duvara yapıştırdım, bakıyorum” değil. Hayır. Oranın bir duruşu var, bir tavrı var, bir değerleri var, ahlakı var… O fırtına takvimi oranın komşuculuğuyla, çay içme kültürüyle, oturup sohbet etme, dinleme, anlama, birbirini kollama, kolektif düşünme, bütün bunlarla geliyor, bütün bu değerlerle geliyor. Bizim unuttuğumuz, bireysel dünyada biraz daha uzaklaştığımız o eskilerin o sakin yanı, birbirlerine değer verdikleri, kolladıkları günlere aslında götürüyor bizi o fırtına takvimi ve bir anda hikaye daha da derinleşiyor. “Ben bir sörf kültüründen bahsediyorsam bugün o sörf kültürünün hammaddesi aslında fırtına takvimi ise, bu takvimi veren amcalardan teyzelerden gelen o değerler de olmalı” diyorsun. O zaman buna göre bir hamur oluşturuyorsun ve bir yandan da buna yakın kalmayı hep kendine hatırlatıyorsun çünkü bir yandan da bu hiç bizim alışkın olmadığımız bir iş. Biz çok daha sonuç odaklıyız, çok daha bir şeylerden hızlı fayda sağlama noktasındayız. Adam o yavaşlıktan apayrı besleniyor. Bunu sürekli kendine hatırlatmalı ve komüniteni de buna göre şekillendirmelisin aslında, ki oranın kültüründen uzak bir şey olmasın. Dışarıdan gelen insana da bunu hatırlatmak gerekiyor. Abi bak hani bu şu an buradayız ve bunu bir gözlemle, bir adapte ol. Tamam sen oradan, geldiğin yerden düşünerek bunları söylüyorsun ve bir şeylere dair beklentilerin var ama bir de bu taraftan bak. Yani burayı hemen değiştirmeye çalışma, anlatabiliyor muyum? Hemen burayı değiştirme. O şehirli iç güdüsü var ya… Hemen buraya bir şey ekleyelim, hemen bir şey yapalım. Bir dakika ya, bu haliyle denedin mi? Yani bir otur bir dene bunu.
O bağlamda takdir ediyorum yani güzel lokalize edilmiş bir kültür. Biz Karadeniz’i tehlikeli deniz olarak biliriz. “Tuzu azdır, kaldırmaz” derler. Hani biz daha yüzmeye korkarken tahtanı almışsın orada sörf yapıyorsun madem, sormak istiyorum. Karadeniz cidden Sri Lanka’dan daha zorlu mu yoksa bu bir mit mi?
Öncelikle evet, bu kesinlikle bir mit. Çünkü aslında bir şeyin tehlikeli olup olmadığı veya korkutucu olup olmadığı o şeyle senin arandaki ilişkiyle alakalı. Sen, sadece denizden değil, bilmediğin veya anlayamadığın her şeyden korkarsın değil mi? Bir de karaya alışkın bir canlıyız. Dolayısıyla dalgayı, rüzgarı ve onun oluşturduğu denizdeki formları anlamadığın takdirde akışkan, üzerine basamadığın bir yerde korkman bence çok doğal. Bunda hiçbir sıkıntı yok. Ne zaman ki insanlar oradaki formları, o denizi, okyanusu anlamaya başlıyorlar; o zaman buna korkuyla yaklaşmaktansa idrak etmeye başlıyorlar oradaki formları ve onlarla bir ilişki kuruyorlar. Bizim burada eksiğimiz o. Bizim Karadeniz’le bir ilişkimiz yok, bir diyaloğumuz yok. Karadenizlinin de yok, dışarıdan gelenlerin de yok. E haliyle olmadığında sen oradaki oluşan formların nasıl çalıştığını bilmiyorsun. Biz de o yüzden buna garip adlar takıyoruz; kum çekiyor, girdap oluyor, sağa çekiyor, sola çekiyor falan gibi daha da korkutucu hale getirilecek tabirler ve deyişler ekliyoruz ve üçüncü sayfa haberlerinin merkezi yapıyoruz bir anda Karadeniz’i. Zaten korkutucu olan bir yer, bu deyişlerle beraber korkutuculuğu daha da katlanarak artıyor. İnsanlar nerelerde denizlere okyanuslara giriyorlar, ne büyük dalgalara giriyorlar. Bu bize özel bir şey değil, Karadeniz’de bir Loch Ness Canavarı falan yok yani. Çok düz yaklaşmak lazım. Buradaki nesiller bu denizi kullanmayı öğrenince o akıntı onlar için tehlikeli olmayacak. O akıntıyı da kullanmayı öğrenecek, o akıntıyla sörf yapmayı, yüzmeyi de öğrenecek. O zaman sen bu denizi senede 35-40 gün girilen bir denizden 365 gün girilen bir denize çevirebilirsin ve bence bu çok kritik. Çünkü denizi korkutucu olarak adlandırmak senin arana mesafeyi koyuyor, günün sonunda kullanmamaya başlıyorsun, kullanmadığın her gün daha da uzaklaşıyorsun denizden, sonra plajdan; ondan sonra oturup denize bakarak sohbet etmemeye başlıyorsun, yemek yememeye başlıyorsun, hayal kurmamaya başlıyorsun, bir tık daha uzaklaşıyorsun; sonra arana bir de yol koyuyorlar, daha da uzaklaşıyorsun, artık seyrin de kalmıyor denize dair. Ondan sonra ne oluyor biliyor musun? Tam karşında da dursa, koskoca denizin başına ne geldiğiyle alakalı hiçbir fikrin olmuyor. İşte tehlikeli olan şey bu. O zaman denizin başına ne gelirse gelsin sen onunla ilgilenmiyorsun. Çünkü gündelik rutininde olan bir şey değil. O deniz kirlense de başına bir şey gelse, oradaki ekosistem de zedelense, o denizi doldursalar da senin için harekete geçmeye yetecek bir sebep yok ortada, anlatabiliyor muyum? Bu yüzden çok kritik yani. Karadeniz’in geleceğine dair bir şeyler konuşuluyorsa önce o denizi kullanmayı öğrenebilmeliyiz ki denizi sahiplensin oranın insanları. Yani yoksa nasıl koruyacaklar ki denizlerini?
Bu denli bir önyargı ve korku olan bir yerde bir sörf okulu işletirken bu önyargılarla nasıl başa çıkıyorsun peki? Çünkü gelen insanlarda da eminim oluyordur hani “Evet, bunu yapıyoruz ama bu güvenli mi?” endişesi.
Evet, o bizim en büyük mesaimiz zaten ve buna da hazırlıklı geldik. O yüzden aslında sörf dersinden daha önemli benim için bu diyaloğu yapabilmek. En azından bir diyalog başlatmış oluyoruz çünkü. Yani sıfır noktasından ilk kata çıkıyoruz onlarla. “Tehlikeli mi diyorsunuz hocam? Peki ya bize şöyle şöyle dendi, siz ne diyorsunuz?” falan, bu diyalogun başlaması çok kıymetli, bu güzel bir başlangıç. O yüzden “Ya saçmalamayın, niye öyle diyorsunuz?” falan gibi bakmıyorum. “Evet, heh, gel bakalım konuşalım bunu” oluyor yaklaşımım. O güzel bir şey bizim için, birinci basamak. Ondan sonra tamamen bizim işimiz zaten bu işin neden güvenli ve kıymetli olduğunu anlatmak. Yani hem rahatlatmak hem de aksiyona çağırmak. Harekete geçmeye çağırmak çok önemli. Yani o zaman komünite olarak bir değişim oluyor. Bir de işte köklere yakın durmak ve o değerlere göre bir iş yapmak, çocuklara yakın durmak, yeni jenerasyonla konuşmak falan da insanlarda bunu biraz daha yakından izleyelim, galiba bunlar saçmalamıyorlar merakı uyandırıyor. O yüzden de nerede durduğun da çok kritik. Sonuçta böyle havalı sörf hareketleri yapan, Defender’ı sahile çekip su fışkırtan bir ekip olsak, zaten derdi ki adamlar: “Ya dalganıza bakın arkadaşlar, tamam uzatmayın.” Aslında üç boyutlu bir iş yani bu, ön yargıyı kırmak için aslında bir de konfor alanına, insanların güven alanına girmen lazım, hepsi bir bütün yani.
Vona bir sörf filmi ve biz kendi coğrafyamızdan bir hani sörf filmi çıkmasına pek de alışkın değiliz. Biraz onun sürecini de merak ediyorum aslında, yapım aşaması, çekimi nasıldı? Orada çekim esnasında başınıza gelen zorluklarla nasıl başa çıktınız?
Prodüksiyon genel olarak çok zor bir iş zaten onu kimse yadırgamaz ama sörf prodüksiyonu biraz daha alengirli oluyor. Özellikle dışarıdan getirdiğin bir adam varsa; bizde hem yönetmen Clint hem de Kepa dışarıdan geliyordu, kısıtlı bir zamanda bu golü atabilmen lazım ve bu sana bağlı değil. O dalgayı, o sörfü yakalayabilmek tamamen havaya bağlı bir iş, yani onu da kontrol edemiyorsunuz. Bir sürü sörf filmi var böyle, yani adamları taa dünyanın öbür ucuna götürüyorlar, birden hava değişiyor veya çok sert bir fırtına oluyor. Böyle olup da şey diye biten filmler var hani, “Bugün bu dalgayı keşfedilmedik ama keşke dün burada olsaydık”. Biz de bir yere onu koyduk mesela. O tam bir sörf filmi klasiğidir; “We should’ve been here yesterday”. Tam bir sörfçü deyişidir, o yüzden Clint özellikle ekledi onu. O anlamda baktığımda bir de Ordu direkt gelinen bir yer değil; Kepa’yı ikna etmek böyle bir projeye, onun zamanını ayarlamak, Clint’in zamanını ayarlamak; hava koşulları… Bir de çekimi yaptığımız vakit Mart ayıydı, sert hava koşullarından bahsediyoruz. Su çok soğuk, kar yağıyor. Bütün bu koşullarda prodüksiyon yapmak, Kepa’yla 2-3 saat 8 derecede suda kalmamız, Clint’in işte aynı şekilde o karların altında o çekimi yapabilmesi elleri donarken, yani anlatabiliyor muyum? Sörfün bir diğer zorluğu da o dalgayı, o havayı yakalayabilmek. O da tesadüf değil yani hakikaten fırtına takvimi kullandığımız için biz onu da o amcalarla anlatmak istedik. Çünkü son dakikaya kadar hep böyle fırtına geldi, gelmedi, geldi, gelmedi… Artık Kepa gelmiş yani on günümüz var. İlk bir dalga yakaladık, fena değildi ama asıl golü atamadık; ikinci dalgaydı asıl gol ve orada işte şey gerçekten amcalara sığınma ihtiyacı duyduk ve onlar da bayağı yardımcı oldular.
Yabancı bir yönetmenin gelip böyle bu kadar yöresel, bu kadar yabancı olduğu bir yerde yeni çıkan bir kültürü anlatması da enteresandı. Clint nasıl dahil oldu bu işe?
Biz Clint’le bir sene boyunca zaten Karadeniz hattını geziyorduk. Onunla beraber farklı sörf rotalarını gezmiştik. Tabii ki bizim Perşembe’li olmamız, Perşembe’de bu işi yapıyor olmamız ve harbiden güzel olan okyanus kalitesinde dalgaları keşfetmemiz orayı seçmemizde çok etkili oldu. Ordu Büyükşehir Belediyesi burada çok kritik bir rol oynadı. Yani sörfün olmadığı, gelişmekte olan yerlerde hiçbir belediye tutup da “Haydi, gel sizle bir sörf hikayesi yazalım” demez. Onların prodüksiyon desteği, Clint’i, Kepa’yı getirmemize yardımcı olmaları çok içimizi rahatlattı ve dedik ki tamam burada yapmalıyız. E bir de Clint için de çok enteresan. Yani her sörfçü için enteresan fırtına takvimi gibi işlerin olması, işte tekne ustalarının hâlâ olması. Kepa’nın en bayıldığı yer o atölyeydi mesela. Aslında biz gözümüzün önünde olduğu için bazı şeylerin değerini bilmiyoruz. Yani Clint için bu çay kültürü… Kepa’nın en sevdiği şey de şuydu yani “Ben ilk defa böyle oturup sakin bir şekilde çay içip sohbet edilebilen bir yerde olduğumu hissediyorum” dedi. O bizim çok unuttuğumuz bir şey aslında. Burada hâlâ var yani, Karadeniz’de hâlâ var. Bunlar da yabancıların, özellikle seyahat eden insanların, çok dikkatini çekiyor. E bir de güzel sörf oldu mu daha ne olsun?
Sürekli hareket halinde olsan da senin için çay, sörf ve yağmur stabil şeyler. Sri Lanka da çayıyla bilinen bir yer, Karadeniz’de öyle. Orada da var mı böyle bir kültür?
Tabii, orada da var. Yani orada da insanlar çok yavaş yaşıyorlar, orada da bir çay kültürü var, sohbet etme kültürü var, birbirini dinleme var, dedikodu var. Yani bunlar çayın olduğu her yerde bence paketle beraber geliyor.
Batılı ve dört mevsim yaşayan ülkelerde evvelden beri bir kışa hazırlanma telaşı var ve saat, zaman ve düzen konseptleri oradan gelip hayatımızın merkezine oturuyor. Sri Lanka gibi tropik iklimli ülkelerdeki insanlar ise hiçbir zaman hiçbir kışa hazırlanmadıkları için zaman, dakiklik gibi konseptlerin bu kültürlerde bizdeki gibi bir değer taşımadığını duymuştum. Bu rahatlık, oturup çayını içmek, sohbetini yapmak… Bu kültürün kışı sert geçen Karadeniz’de de olması o bağlamda kıymetli geliyor bana, yani çay gelince oturup onun keyfini çıkatmanın bilinmesi.
Yüzde yüz doğru bir şey, biz de geçen gün bunu konuşuyorduk. Mesela benim kardeşim gibi Sri Lanka’da her işime koşan Ranga geldi buraya bu yaz.. İlk defa oradan dışarı çıktı, hayatında ilk defa Sri Lanka dışında bir yere gitti, uçağa bindi falan. Onun için mesela en tuhaf olan şey gün batımının farklı bir saatte olması. İlk mesela buna şaşırdı. “Saat 20.00. Benim saatim yanlış mı?” diyor tamam mı? O telaşsızlık kesinlikle o mevsimsizlikten geliyor. Ordu’ya ve Karadeniz bölgesine yavaş şehir falan filan diyoruz ama Sri Lanka ile yarışamaz, çünkü Karadeniz telaşları var. Fındık telaşı var, odun telaşı var, kışa hazırlanma telaşı var, o var, bu var… Sonuçta hep çok mevsimliliğin getirdiği bir telaş var. Sri Lanka’da kesinlikle yok yani, çok önemli bir nokta söylediğin.
Kepa’ya geri dönmek istiyorum, başrol aslında hem Karadeniz’in hırçın suları hem Kepa hem balıkçılar hem yani bütün bölge halkı… Hakikaten nasıl ikna ettiniz Kepa gibi büyük bir sörfçüyü? Önceden tanışıyor muydunuz?
Yani Kepa efsane bir sörfçü bu arada, yani harbiden saygı duyulan bir adam sörf dünyasında. Çünkü bir gezgin, bir nomad. Afrika’ya gider Angola’da çadırıyla ve çölde yaşar, hiç keşfedilmemiş bir dalgayı bulur, bir ay boyunca o dalgayı sürer… Tipi de buna müsait. Posterde de görebilirsin hani, adam hiç sırıtmıyor. Biz de o sörfçünün tip olarak da karede çok sırıtmasını istemedik. Yani Kepa’yı Perşembe’de bir ev kiralayalım, yerleştirelim, kimse de bu adam kimin nesi demez. Yani sen kimlerdensin komşu diye sorarlar, öyle bir tipi var. İnanılmaz bir karizması var. Yani çok tatlı bir adam, çok naif bir adam ve bizim sörfe dair de anlatmak istediğimiz çizgiye çok yakın olan biri. Benim de hayatımda çok etkili bir yeri var bu arada. Clint de aynı şekilde. O yüzden bize cevap vermesi ve Perşembe’ye gelmesi inanılmaz büyük bir şans bizim için. Yani adama “Perşembe’ye gelebilir misin? Şöyle bir projemiz var…” dediğimizde hiç sorgulamadan “Ne zaman geliyorum?” dedi. Yani o yüzden bu adam. Çünkü yeni kültürler, yeni yerler keşfetmeye her zaman merak duyan biri. Sadece dalga için değil, o dalga arayışında gittiği yerler, tanıştığı insanlar onu heyecanlandırıyor asıl ve bizim de anlatmak istediğimiz hikaye buydu. Yani benim de çünkü o dalgayı ararken aslında tanıştığım insanlarla bambaşka bir yere evrildi hikaye. Kepa da bu işi uluslararası dünyada en doğru anlatacak kişi. O yüzden daha da uluslararası olabilecek bir ısrarla onu çağırdık, o da zaten geldi yani konuşmamızın üzerine.
Hayatta en çok ne zaman #DışınaÇıktığını hissediyorsun bazı limitlerin? Ve bugün buradan hayallerinin peşinde koşacak gençlere #DışınaÇıkacak bir tavsiye versen bu ne olurdu?
Bence hayal kurmak ve hayallerinin peşine gitmek çok doğal bir şey. Ama ne yazık ki hayal kurarken, hayallerin peşinden giderken bir şeylerin dışına çıkıyor insanlar. Türkiye’de özellikle bu olmazcılar, işte “Yapamazsın, onu zaten başkası yapardı” diye yaklaşanlar zaten sana dair çizdikleri o profilden dışarı çıkmamı istemiyorlar. Bu #DışınaÇık olayı bu yüzden çok hoşuma gitti, çok güzel bir slogan çünkü gerçekten bana şunu hatırlattı aslında: Türkiye’de genç olmak demek; bu gencin zaten hayata geldiği gün çevresinin, ebeveyninin, toplumun, ülkesinin, herkesin bu gence dair bir beklentisi, çizdiği bir şablon, bir çerçeve olması demek. Şimdi sen de büyüyorsun ve tabii ki yani bu senin hayatın olduğu için senin de çizmek istediğin bir çerçeve, bir yol oluyor bunlardan bağımsız olarak. Her hayal kurmaya başladığında, hayallerinin peşinde gitmek istediğinde bir şeylerin dışına çıkmış oluyorsun aslında, ki hayal kurmak senin en doğal hakkın. Şimdi, o yüzden bu, Türk gencinin her gün verdiği bir mücadele bence. Hem kimliksel olarak, hem hayal kurmak olarak, hem yapmak istedikleri olarak hep bir şeylerin dışına çıkarken buluyor kendini. Çünkü burada insanlar sana “Olmaz” diyorlar, “Yapamazsın” diyorlar, “Yanlış bir yol seçtin, şunu yapman lazım” falan filan… Herkesin sana dair bir fikri var. Sen de kendi fikirlerini oluşturmaya başladığında bir şeylerin dışına çıkmaya başlıyorsun. O yüzden buradaki gençlerin kaderi bu yani. Zaten kendilerini her daim dışına çıkarken ya da çıkmaya çalışırken bulacaklar. Ben de sonuçta Boğaziçi mezunuyum, uluslararası bir şirkette çalışıyordum ve bir yöneticilik programındaydım. Dışına çıkmayan Deniz’di bu. Bir de paralelde Afrika’da İngilizce öğretmenliği yapan, Meksika’da sörfü öğrenen, Sri Lanka’da bir hostel kuran, Karadeniz’de sörf okulları olan, film yapan bir Deniz var. Bu da işte dışına çıkan Deniz, çıkmaya çalışan Deniz ya da kendini bir şeylerin dışına çıkarken bulan Deniz. Her daim kendine ispat etmek zorunda oluyor insan, her daim bu yaptığı şeye dair dışarıdan sorgulanıyor ve bu gerçekten çok yorucu bir süreç. O yüzden de hayal kurmak gerçekten çok cesaret gerektiren bir iş. Ne yazık ki öyle yani. En doğal hakkımız olmasına rağmen çok ciddi cesaret gerektiren bir iş çünkü her hayal kuranın yanında, kuramayan da senin aslında o hayalinin gerçekleşmesini istemiyor. Dolayısıyla hayal kuran herkesin çok ciddi bir mücadeleden geçtiğine inanıyorum ben, yani başarılı olsun veya olmasın. Çünkü özellikle Türkiye’de çok zor bir iş yani bu, ispat edebilmek kendine.
Kesinlikle. Çok teşekkür ederim vaktini ayırdığın için, çok keyifli bir röportajdı.
Ben teşekkür ederim.