KARADENİZ’İN KÜLTÜREL MİRASI SÖRF!

te

Tahtalar havaya uşaklar, kovabunga! Bugünkü konuğumuz Sri Lanka’da ve Ordu’nun Perşembe ilçesi, eski adıyla Vona’da hostel ve sörf okulu kuran Deniz Toprak. Kendisiyle yapımcılığını üstlendiği, ünlü sörfçü Kepa Acero’nun ve yönetmen Clint Davis’in de katılımıyla çekilen Türkiye’nin ilk sörf filmi Vona’yı, Karadeniz’in büyük otoyol projesiyle yitirilen kültürel mirası viyayı, Karadeniz ve Sri Lanka’da paylaşılan çay kültürünü, Türkiye’de hayalini gerçekleştirme yolunda önünde çıkan zorlukların nasıl #DışınaÇıktığını konuştuk.

Hoş geldin, günaydın diyerek başlamak istiyorum.

Günaydın Mina.

 

Hayli yüksek dalgaları kovalamadan önce biraz başa sarıp seni buraya sürükleyen dönüm noktanı sorarak başlayalım. Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünden mezun olup bir süre uluslararası bir şirkette çalışmışsın, sonra sörf merkezli bir hayat yaşamak istediğini fark edip Sri Lanka’ya doğru yol almışsın. Sörfe olan tutkunun tam olarak nasıl ve nerede keşfedip peşine düşmeye karar verdin?

İlk defa 2001 yılında bir Latin Amerika seyahatinde ilk defa denedim sörfü, Meksika’da. İlk defa dalgalarla bu araçla, yani sörf aracılığıyla tanıştım. Dalgaları sürmek biraz da Karadenizlilerin aşina olduğu bir şey çünkü dalgalı denizde büyüyor buranın insanı, vücut da bunun keyfini sürmeyi biliyor ama bu işin o tahtayla ve ayağa kalkmış bir halde iyice hormonların zirve yaptığı bir tutkuya dönüştüğünü ilk defa Meksika’da fark ettim. O seyahatin devamında ben yine Kosta Rika’da falan sörf yapmaya devam ettim ama öncelik şey oldu benim için: Nasıl sörfün olduğu bir yere gitmek için bir sebep yaratabilirim? İş veya eğitim için gerçekleştirdiğim seyahatlerimde nasıl bir bahane yaratabilirim ki oraya gidebileyim, bir yandan da sörf yapabileyim? Bir de daha da uzun vadede, bu bahanelere gerek kalmayacak sörfle ile iç içe bir yaşam şekli nasıl olabilir sorusunu da heyecanla ve merakla aramaya başladım. Aslında o seyahatten sonra birçok şey değişti benim için.

Sri Lanka da bu hayatın getirisi olarak ikinci yuvan olmuş ve Vona, yani Perşembe ve Sri Lanka arası mekik dokuyorsun. Buradayken Sri Lanka’ya Sri Lanka’dayken buraya dair özlediğin şeyler var mı?

İkisi de birbirine çok ciddi benzerliği olan yerler bu arada. Tesadüfen yani, biz seçmedik. Gerçekten o benzerlik bizi çok şaşırttığı için de aklımızdakiler daha da hızlı oturdu; iklimsel olarak, insan olarak, vesaire… Tabii Sri Lanka’nın biraz daha Budist bir ülke olmanın verdiği rahatlığı var. On iki ay sıcak bir yer. O sıcakta yaşayan insanların, sahil kesiminde yaşayan insanların olduğu o rahatlık, o sinirlerini aldırmışlık var. O bence çok kıymetli. İnsanı rahatlatan bir yapısı var. Yani her gün sokakta, metrobüste gördüğün insanları bir düşün; bir de Sri Lanka’daki göz göze geldiğinde gülümseyip beyaz dişleri gözüken insanları düşün. Tabii ki ikinci çok daha cezbedici. O yüzden de biz de gündelik hayatımızda oranının o sakin insanlarıyla olmayı çok seviyoruz. Bir yandan dalgalar da şahane orada, on iki ay yaz dediğim gibi. Ona alışmak çok güzel ama Perşembe de tabii benim babamın büyüdüğü yer, o yüzden orada sörfe dair bir şey yapmanın da apayrı bir tutkusu var. Bir şeylerle mücadele ediyorsun ama başarmak istediğin şeyler var, değiştirmek dönüştürmek istediğin şeyler var. Bu da eğer senin tutkunun merkezi ise o bu merkez seni çekmeye devam ediyor, garip bir his yani. Mesela aynı şeyi Sri Lanka için söyleyemem. Sri Lanka benim iş yaptığım, keyifli hayat sürdüğüm bir yer. Bir amaç uğruna zorlanma vardır ya, onun çekiciliği vardır yani. O seni çekiyor içine ve gelişip değiştikçe daha da içinde buluyorsun kendini. Öyle bir noktaya geldim ki, Karadeniz’e Sri Lanka’ya göre çok daha fazla bağlılığım var. O yüzden senenin büyük çoğunluğu Karadeniz’de geçiyor. Burası çok ciddi bir emek istiyor çünkü. Daha yürüme hatta ekleme modunda şu an Karadeniz’de yapılan işler, bir pazar oluşturmaya çalışıyoruz, sıfırdan bir şey yapmaya çalışıyoruz. Onun verdiği bir zorluk var ama dediğim gibi bu zorluk bizi çekiyor, o çok heyecanlı.

Biraz oraya dönelim, Sri Lanka’da kurduğun Mellow Hostels’in Perşembe’de bir şubesini açıyorsun ve bir hostel olmanın dışında burası bir sörf okulu. Bir sörf okulu açma maceran nasıl başladı? Çünkü bir şeyi icra etmek bambaşka, öğretmek bambaşka şeyler. Onu Türkiye’ye getirirken yaşadığın zorluklar, düşünceler… Biraz o süreci bizle paylaşabilir misin?

Günün sonunda bunun çıkma sebebi zaten şey: Nasıl sörf yaparken ben bir şekilde gelirimi kazanırım ki bu iş sürdürülebilir olsun? Bunu yaparken de zaten birkaç opsiyon çıkıyor; sörfle ilişkili eğitim vermek, bununla ilgili turizm yapmak, bununla ilgili işler üretmek. Sri Lanka da benim çok sevdiğim bir yerdi ve Türkiye’nin 90’lı yılları gibi bir yer. Çok daha bakir, çok yeniliğe açık, yapacak çok iş var. O da beni böyle bir şeye başlamak için kamçıladı açıkçası, dedim ki burası doğru bir lokasyon. Orada yerimizi seçtik, okulumuzu başlattık. Sörf eğitimlerini mesela artık ben oranın çocuklarına direkt verdiriyorum, yani kendim dahil olmuyorum. Artık daha çok iş geliştirme üzerine eğiliyorum ve farklı farklı işler nasıl yapabiliriz onu arıyorum. Tabii ki Sri Lanka bir üçüncü dünya ülkesi; hani mafyasıyla, elektriğin kesilmesiyle, rüşvetiyle, yolsuzluğuyla, her şeyiyle gelen bir paket bu. O hindistan cevizlerinin, palmiyelerin yanında bunlar da geliyor. Her muz cumhuriyetinin kaderi bu çünkü. O yüzden onlarla da yaşamayı öğrenmek ve adapte olabilmek çok kritik. Bu ilk başta çok zorlandığım bir şeydi ama sonra beni çok geliştiren bir şey oldu. Sonra Ordu’ya gelince tabii bambaşka bir seviyede zorluklarla karşılaştık. Burada hiç olmayan bir şeyi, yabancı bir maddeyi bir insanın vücuduna sokmak gibi bir şey bu. Yani bütün bağışıklık sistemi çalışıyor o vücutta, anlatabiliyor muyum? Buranın insanının da bağışıklığı çok güçlü, dolayısıyla direnci fazla. Çok fazla hareket kabiliyeti olan bir zümre değil yani. Ve sen buraya geliyorsun, insanların korktuğu bir denizde bir şeyler yapmayı düşündüğünü; bunu hatta çocuklarla yapacağını, kadınlarla yapacağını söylüyorsun. Hatta sonra bunu çeşitlendireceğini, insanların sörfü anlamayı bırak, üzerine yogasını falan katacağını söylüyorsun. Kulağa güzel geliyor, özellikle şehirli kafasına baktığımızda “Ne güzel işte Karadeniz gelişiyor” falan diyorsun ama buradaki soru şu: Karadenizli ne düşünüyor? Bu soruyu düşünmediğin sürece senin Karadenizli ile bir iletişim kurman mümkün değil. Biz de aslında oranın yavaşlığından beslenerek kendimize hep bu soruyu sormaya çalıştık. Biz bunu yapıyoruz, şehirden gelen giden anlıyor bunu, şak şak herkes kutluyor bizi ama Karadenizli ne düşünüyor? Perşembeli ne düşünüyor? Ordulu ne düşünüyor? Bu soruyu hep sormak ve bu diyaloğu hep korumak lazım. Bunun yapılmadığı gün arada mesafe oluşuyor ve her yapılmadığı gün de o aradaki mesafe büyüyerek devam ediyor. Sonra birbirinden kopuk iki şey görüyorsun; oranın insanı ve kültürü ve senin getirmek istediklerin. Bence bu çok üzücü bir resim.

Onu merak ediyordum aslında epey. Yani yerelde nasıl karşılandığını. Mesela şu an bir kabullenme, bir bağra basma oldu mu? En baştaki direnci kırmayı başarabildiniz mi?

Biz ilk başta kafamızda olanları yolda çok değiştirdik, dolayısıyla hikaye de değişti. Bir şeyleri kabul ettirme noktasında değil artık zaten diyalog, bir şeylere ikna etme falan filan değil. Biz hikayeyi şöyle çevirdik: Karadeniz zaten yüzyıllardır sörf yapıyor. Bu benim bulduğum bir şey değil, onların sahip olduğu bir değer. Karadenizli zaten yüzyıllardır dalgalardan keyif alıyormuş, sürüyormuş yani bunu vücuduyla. Son bir iki jenerasyondur bu yok olmuş. Demek ki burada bir iletişim kopukluğu oluşmuş. Dolayısıyla biz eskiden olan bir hafızayı yeni nesile nasıl aktarabiliriz onun vazifesini üstleniyoruz, başka yaptığımız bir şey yok. O anlatıyı böyle yaptığında çok şey değişiyor, hikayeye oranın yerlisi dahil ettiğinde; ki zaten filmde en çok balıkçılar, tekne ustaları gözüküyor çünkü yani başrol onların. Benden daha çok gözüküyor balıkçılar çünkü onlar oranın yerlileri ve biz onların hafızasıyla, onların bilgi dağarcığıyla bir şeyleri yeniden keşfetmeye çalışıyoruz, bir şeylerden keyif almaya, yeniden anlatmaya çalışıyoruz. Dışarıdan gelen bir şeyle yeni bir bina inşa etmeye çalışmıyoruz. Orada unutulmaya yüz tutmuş bir şey var, jenerasyonlar arasında anlaşılamamış. Bunun üzerine tabii bir sürü işte siyasi, sosyolojik, ekonomik sebep de var. Göç ayrı bir sebep, dijitalleşme ayrı bir sebep, Karadeniz’e otoyol yapıp o denizi doldurmak ayrı bir sebep… Bir sürü sebep var burada. Bunların hepsi Karadenizli için, İğneada’dan Artvin’e her yerde önemli olan bir alışkanlığın, bir aktivitenin bir iki jenerasyondur kaybolmasına sebep olmuş. Bizim de rolümüz o kaybolan kıymetli alışkanlığı daha sofistike şekilde yeni nesile aktarmak, ki denizle ilişkisi kopmasın yeni nesillerin. O yeni nesil de bizim bu aracımızı alıp bambaşka bir modele çevirecek. Bir şeyi açık tuttun mu inanılmaz bir hareket alanı yaratıyorsun ve geri bildirimler ile ilerliyor iş. Dışarıdan gelenin bir geri bildirimi var, içeride olanın geri bildirimi var… Yani sürekli bir alışveriş var burada. Zaten asıl keyifli olan bu sahneyi oluşturabilmek, bu zemini oluşturabilmek.

Bu söz  konusu viya kültürünü sizin filmi izledikten sonra çok merak etmiştim. GAIN’deki projenizin de birinci bölümü izledim, orada zaten çok detaylı şekilde bu kültürün nasıl o otoyol projesiyle öldüğü anlatılıyor. Peki Kepa gibi bir dünya çapında bilinen bir sörfçü birden balıkçı amcaların gelip “Yeğenim o hareketi yanlış yapıyorsun” diye damlamasını, gemicilerin size sunduğu rüzgar haritasını nasıl karşıladı ve Türkiye’deki sörfü nasıl buldu?

Yani bu ilişki nereden başladı acaba diye düşünüyorum, bizim herhalde şuna karar vermemizle başladı: 2020’de biz ilk yaz geldik işte birkaç tahtamız var, ben varım, Roksan gidip geliyor, birkaç daha yeni tanıştığımız arkadaşlar var. Birkaç ücretsiz ders yaptık böyle tanışma, sörf bar falan filan gibi. Sonra hızlandırsak mı, Sri Lanka’ya mı gitsek falan filan derken pandemi de biraz vesile oldu, biz o sene kaldık. Sörfü de ben birkaç arkadaşımla yapmaya devam ettim ama ders vermek istemedik, bunu bir hazmedelim istedik yani. Hem Karadeniz’in ihtiyacı ne hem ben ne istiyorum onu doğru anlamak için. İnsanlar da sormaya başladı, “O karavan sizin mi? Karavanın arkasındakiler ne? Onlarla siz ne yapıyorsunuz? Biz de viya yapıyorduk!” gibi bir diyalog başladı orada zaman geçince. Çünkü arabayı park ettiğim yer, atıyorum nalburun önü. Nalbur benden duyduğunu yarın kasaba anlatıyor, ben kasaba gittiğimde kasap “Bana nalbur Mehmet söylemişti” diyor. Küçük yerde zaten hızlı yayıldığı için bir onların ilk girdisini alınca ben bir dakika dedim, burada enteresan bir şey var; biz biraz daha buraya girelim. Sonra bütün kış, 2021 yazının başına kadar bu etkileşime devam ettik ve orada daha da derinlikli işler olduğunu fark ettik. Yani Karadeniz’in çoğu yeri böyle ama Perşembe özellikle, Sinop da mesela, tekne ustalarının çok yoğunlukta olduğu yerler. Hâlâ insanlar tekne üretiyorlar burada ve bu tamamen babadan oğula geçen bir öğreti. Shaping yapıyorlar aslında, yani sörf tahtası da öyledir shaping yaparsın, el işidir. Tarifini veremez adam sana, ölçüsünü de veremez. Ama gidiyor o tekne ve efsane gidiyor yani. Hollanda’da yaşayan bir adam mesela, bir gün Perşembe’ye gelmiş. Bayılmış teknelere, buradan sipariş edip tekneyi bizim Gazanfer Usta’ya yaptırmış. Taa Amsterdam’daki kanallara götürmüş. Eski ahşap tekne ustacılığı bu. Artık fibere döndü her şey ama onlar hâlâ buradan tutunuyorlar ve bu da yeni jenerasyona pek aktarılmayan bir şey. Oraya bakıyorsun o tekne ustalarının yaptığı hikaye de aslında sörf tahtası, aynı mekanizma yani. Denizde yüzen bir şey yapıyoruz ikimiz de, yani çok ayrı dünyalardan konuşmuyoruz. Tabii ki oradan beslenerek doğan işler oluyor. Tabii ki o tozu yutmuş marangoz çocuklardan, gençlerden sörf tahtasını yapmaya meyilli biri çıkabiliyor, ki çıktı da. Fatsalı arkadaşımız Ali mesela. Yani o da Bolaman gibi işte denizcilerin, balıkçıların, tekne ustalarının olduğu bir köyde büyüyüp orada dükkan açan, kendi atölyesi olan bir arkadaş. Modern masalar, sandalyeler, kütüphaneler, mobilyalar, aydınlatmalar falan yapan bir çocuk. Bu çocuk sörfü ilk denediğinde, tabii ki ilk önce bakıyor “Bu ne malzemeden yapılmış, ben bunu yapabilir miyim?” Adamın kafası böyle çalışıyor çünkü, mucitlik öyle bir şey. O da bir tane sörf  tahtası yapmaya başladı. Biz mesela o balıkçılarla tanıştıkça “Balığa çıkıyorsunuz bir hafta kalıyorsunuz, neye göre gidiyorsunuz limana? Neye göre çıkıyorsunuz? Nasıl hesaplıyorsunuz bunu, hangi gün çıkacağınızı?” diye soruyorduk çünkü yani 10-20 yıl önce aplikasyonlar daha da sınırlıydı. Nasıl yapıyorsunuz muhabbetinden fırtına takvimi muhabbeti çıkıyor işte, dalgaları sayma yöntemleri var onların, bunlar konuşuluyor. Bir yandan bunu görüyoruz bir yandan da işte Vona’da gördüğün gibi girdiğimiz dere ağızlarında, burunlarda hep balıkçılar oluyor; olta balıkçıları veya oranın yerli balıkçıları, orada yaşayan balıkçılar. Onlar sahilde dolaşırken veya balık tutarken ben denize girmeye çalışınca, özellikle kış aylarında, adam yorum yapmak istiyor çünkü o onun hakim olduğu bir alan, yani adamın bölgesi tamam mı? O yorum yapmak zorunda orada. İyi ki de yapıyor bu arada ve bana da gerçekten öğrenmem gereken şeyler söylüyor. Çünkü oranın zeminini biliyor, akıntının yönünü biliyor, balığı ona göre tutuyor veya balığa ona göre gidiyor. Bunları bilince ve benimle paylaşınca ben de “Ya amca işine bak ya” gibi algılamıyorum bunu; tam aksine “Hadi canım, nasıl olabilir böyle bir şey? Harbiden de haklı adam” diye iyice büyüleniyorum. Bir anda iş şeye dönüyor : Artık biz yaptığımız işi değiştirmeliyiz, modelimizi değiştirmeliyiz, tonumuzu değiştirmeliyiz, yaklaşımımızı değiştirmeliyiz; buradan beslenmeye bir şekilde devam etmeliyiz. Çünkü bu sadece “Balıkçı kültüründen beslenelim abi” demek değil, oranın fırtına takvimi kullanalım. Böyle “Yazdım, çıktısını aldım, duvara yapıştırdım, bakıyorum” değil. Hayır. Oranın bir duruşu var, bir tavrı var, bir değerleri var, ahlakı var… O fırtına takvimi oranın komşuculuğuyla, çay içme kültürüyle, oturup sohbet etme, dinleme, anlama, birbirini kollama, kolektif düşünme, bütün bunlarla geliyor, bütün bu değerlerle geliyor. Bizim unuttuğumuz, bireysel dünyada biraz daha uzaklaştığımız o eskilerin o sakin yanı, birbirlerine değer verdikleri, kolladıkları günlere aslında götürüyor bizi o fırtına takvimi ve bir anda hikaye daha da derinleşiyor. “Ben bir sörf kültüründen bahsediyorsam bugün o sörf kültürünün hammaddesi aslında fırtına takvimi ise,  bu takvimi veren amcalardan teyzelerden gelen o değerler de olmalı” diyorsun. O zaman buna göre bir hamur oluşturuyorsun ve bir yandan da buna yakın kalmayı hep kendine hatırlatıyorsun çünkü bir yandan da bu hiç bizim alışkın olmadığımız bir iş. Biz çok daha sonuç odaklıyız, çok daha bir şeylerden hızlı fayda sağlama noktasındayız. Adam o yavaşlıktan apayrı besleniyor. Bunu sürekli kendine hatırlatmalı ve komüniteni de buna göre şekillendirmelisin aslında, ki oranın kültüründen uzak bir şey olmasın. Dışarıdan gelen insana da bunu hatırlatmak gerekiyor. Abi bak hani bu şu an buradayız ve bunu bir gözlemle, bir adapte ol. Tamam sen oradan, geldiğin yerden düşünerek bunları söylüyorsun ve bir şeylere dair beklentilerin var ama bir de bu taraftan bak. Yani burayı hemen değiştirmeye çalışma, anlatabiliyor muyum? Hemen burayı değiştirme. O şehirli iç güdüsü var ya… Hemen buraya bir şey ekleyelim, hemen bir şey yapalım. Bir dakika ya, bu haliyle denedin mi? Yani bir otur bir dene bunu.

O bağlamda takdir ediyorum yani güzel lokalize edilmiş bir kültür. Biz Karadeniz’i tehlikeli deniz olarak biliriz. “Tuzu azdır, kaldırmaz” derler. Hani biz daha yüzmeye korkarken tahtanı almışsın orada sörf yapıyorsun madem, sormak istiyorum. Karadeniz cidden Sri Lanka’dan daha zorlu mu yoksa bu bir mit mi?

Öncelikle evet, bu kesinlikle bir mit. Çünkü aslında bir şeyin tehlikeli olup olmadığı veya korkutucu olup olmadığı o şeyle senin arandaki ilişkiyle alakalı. Sen, sadece denizden değil, bilmediğin veya anlayamadığın her şeyden korkarsın değil mi? Bir de karaya alışkın bir canlıyız. Dolayısıyla dalgayı, rüzgarı ve onun oluşturduğu denizdeki formları anlamadığın takdirde akışkan, üzerine basamadığın bir yerde korkman bence çok doğal. Bunda hiçbir sıkıntı yok. Ne zaman ki insanlar oradaki formları, o denizi, okyanusu anlamaya başlıyorlar; o zaman buna korkuyla yaklaşmaktansa idrak etmeye başlıyorlar oradaki formları ve onlarla bir ilişki kuruyorlar. Bizim burada eksiğimiz o. Bizim Karadeniz’le bir ilişkimiz yok, bir diyaloğumuz yok. Karadenizlinin de yok, dışarıdan gelenlerin de yok. E haliyle olmadığında sen oradaki oluşan formların nasıl çalıştığını bilmiyorsun. Biz de o yüzden buna garip adlar takıyoruz; kum çekiyor, girdap oluyor, sağa çekiyor, sola çekiyor falan gibi daha da korkutucu hale getirilecek tabirler ve deyişler ekliyoruz ve üçüncü sayfa haberlerinin merkezi yapıyoruz bir anda Karadeniz’i. Zaten korkutucu olan bir yer, bu deyişlerle beraber korkutuculuğu daha da katlanarak artıyor. İnsanlar nerelerde denizlere okyanuslara giriyorlar, ne büyük dalgalara giriyorlar. Bu bize özel bir şey değil, Karadeniz’de bir Loch Ness Canavarı falan yok yani. Çok düz yaklaşmak lazım. Buradaki nesiller bu denizi kullanmayı öğrenince o akıntı onlar için tehlikeli olmayacak. O akıntıyı da kullanmayı öğrenecek, o akıntıyla sörf yapmayı, yüzmeyi de öğrenecek. O zaman sen bu denizi senede 35-40 gün girilen bir denizden 365 gün girilen bir denize çevirebilirsin ve bence bu çok kritik. Çünkü denizi korkutucu olarak adlandırmak senin arana mesafeyi koyuyor, günün sonunda kullanmamaya başlıyorsun, kullanmadığın her gün daha da uzaklaşıyorsun denizden, sonra plajdan; ondan sonra oturup denize bakarak sohbet etmemeye başlıyorsun, yemek yememeye başlıyorsun, hayal kurmamaya başlıyorsun, bir tık daha uzaklaşıyorsun; sonra arana bir de yol koyuyorlar, daha da uzaklaşıyorsun, artık seyrin de kalmıyor denize dair. Ondan sonra ne oluyor biliyor musun? Tam karşında da dursa, koskoca denizin başına ne geldiğiyle alakalı hiçbir fikrin olmuyor. İşte tehlikeli olan şey bu. O zaman denizin başına ne gelirse gelsin sen onunla ilgilenmiyorsun. Çünkü gündelik rutininde olan bir şey değil. O deniz kirlense de başına bir şey gelse, oradaki ekosistem de zedelense, o denizi doldursalar da senin için harekete geçmeye yetecek bir sebep yok ortada, anlatabiliyor muyum? Bu yüzden çok kritik yani. Karadeniz’in geleceğine dair bir şeyler konuşuluyorsa önce o denizi kullanmayı öğrenebilmeliyiz ki denizi sahiplensin oranın insanları. Yani yoksa nasıl koruyacaklar ki denizlerini?

Bu denli bir önyargı ve korku olan bir yerde bir sörf okulu işletirken bu önyargılarla nasıl başa çıkıyorsun peki? Çünkü gelen insanlarda da eminim oluyordur hani “Evet, bunu yapıyoruz ama bu güvenli mi?” endişesi.

Evet, o bizim en büyük mesaimiz zaten ve buna da hazırlıklı geldik. O yüzden aslında sörf dersinden daha önemli benim için bu diyaloğu yapabilmek. En azından bir diyalog başlatmış oluyoruz çünkü. Yani sıfır noktasından ilk kata çıkıyoruz onlarla. “Tehlikeli mi diyorsunuz hocam? Peki ya bize şöyle şöyle dendi, siz ne diyorsunuz?” falan, bu diyalogun başlaması çok kıymetli, bu güzel bir başlangıç. O yüzden “Ya saçmalamayın, niye öyle diyorsunuz?” falan gibi bakmıyorum. “Evet, heh, gel bakalım konuşalım bunu” oluyor yaklaşımım. O güzel bir şey bizim için, birinci basamak. Ondan sonra tamamen bizim işimiz zaten bu işin neden güvenli ve kıymetli olduğunu anlatmak. Yani hem rahatlatmak hem de aksiyona çağırmak. Harekete geçmeye çağırmak çok önemli. Yani o zaman komünite olarak bir değişim oluyor. Bir de işte köklere yakın durmak ve o değerlere göre bir iş yapmak, çocuklara yakın durmak, yeni jenerasyonla konuşmak falan da insanlarda bunu biraz daha yakından izleyelim, galiba bunlar saçmalamıyorlar merakı uyandırıyor. O yüzden de nerede durduğun da çok kritik. Sonuçta böyle havalı sörf hareketleri yapan, Defender’ı sahile çekip su fışkırtan bir ekip olsak, zaten derdi ki adamlar:  “Ya dalganıza bakın arkadaşlar, tamam uzatmayın.” Aslında üç boyutlu bir iş yani bu, ön yargıyı kırmak için aslında bir de konfor alanına, insanların güven alanına girmen lazım, hepsi bir bütün yani.

Vona bir sörf filmi ve biz kendi coğrafyamızdan bir hani sörf filmi çıkmasına pek de alışkın değiliz. Biraz onun sürecini de merak ediyorum aslında, yapım aşaması, çekimi nasıldı? Orada çekim esnasında başınıza gelen zorluklarla nasıl başa çıktınız?

Prodüksiyon genel olarak çok zor bir iş zaten onu kimse yadırgamaz ama sörf prodüksiyonu biraz daha alengirli oluyor. Özellikle dışarıdan getirdiğin bir adam varsa; bizde hem yönetmen Clint hem de Kepa dışarıdan geliyordu, kısıtlı bir zamanda bu golü atabilmen lazım ve bu sana bağlı değil. O dalgayı, o sörfü yakalayabilmek tamamen havaya bağlı bir iş, yani onu da kontrol edemiyorsunuz. Bir sürü sörf filmi var böyle, yani adamları taa dünyanın öbür ucuna götürüyorlar, birden hava değişiyor veya çok sert bir fırtına oluyor. Böyle olup da şey diye biten filmler var hani, “Bugün bu dalgayı keşfedilmedik ama keşke dün burada olsaydık”. Biz de bir yere onu koyduk mesela. O tam bir sörf filmi klasiğidir; “We should’ve been here yesterday”. Tam bir sörfçü deyişidir, o yüzden Clint özellikle ekledi onu. O anlamda baktığımda bir de Ordu direkt gelinen bir yer değil; Kepa’yı ikna etmek böyle bir projeye, onun zamanını ayarlamak, Clint’in zamanını ayarlamak; hava koşulları… Bir de çekimi yaptığımız vakit Mart ayıydı, sert hava koşullarından bahsediyoruz. Su çok soğuk, kar yağıyor. Bütün bu koşullarda prodüksiyon yapmak, Kepa’yla 2-3 saat 8 derecede suda kalmamız, Clint’in işte aynı şekilde o karların altında o çekimi yapabilmesi elleri donarken, yani anlatabiliyor muyum? Sörfün bir diğer zorluğu da o dalgayı, o havayı yakalayabilmek. O da tesadüf değil yani hakikaten fırtına takvimi kullandığımız için biz onu da o amcalarla anlatmak istedik. Çünkü son dakikaya kadar hep böyle fırtına geldi, gelmedi, geldi, gelmedi… Artık Kepa gelmiş yani on günümüz var. İlk bir dalga yakaladık, fena değildi ama asıl golü atamadık; ikinci dalgaydı asıl gol ve orada işte şey gerçekten amcalara sığınma ihtiyacı duyduk ve onlar da bayağı yardımcı oldular.

Yabancı bir yönetmenin gelip böyle bu kadar yöresel, bu kadar yabancı olduğu bir yerde yeni çıkan bir kültürü anlatması da enteresandı. Clint nasıl dahil oldu bu işe?

Biz Clint’le bir sene boyunca zaten Karadeniz hattını geziyorduk. Onunla beraber farklı sörf rotalarını gezmiştik. Tabii ki bizim Perşembe’li olmamız, Perşembe’de bu işi yapıyor olmamız ve harbiden güzel olan okyanus kalitesinde dalgaları keşfetmemiz orayı seçmemizde çok etkili oldu. Ordu Büyükşehir Belediyesi burada çok kritik bir rol oynadı. Yani sörfün olmadığı, gelişmekte olan yerlerde hiçbir belediye tutup da “Haydi, gel sizle bir sörf hikayesi yazalım” demez. Onların prodüksiyon desteği, Clint’i, Kepa’yı getirmemize yardımcı olmaları çok içimizi rahatlattı ve dedik ki tamam burada yapmalıyız. E bir de Clint için de çok enteresan. Yani her sörfçü için enteresan fırtına takvimi gibi işlerin olması, işte tekne ustalarının hâlâ olması. Kepa’nın en bayıldığı yer o atölyeydi mesela. Aslında biz gözümüzün önünde olduğu için bazı şeylerin değerini bilmiyoruz. Yani Clint için bu çay kültürü… Kepa’nın en sevdiği şey de şuydu yani “Ben ilk defa böyle oturup sakin bir şekilde çay içip sohbet edilebilen bir yerde olduğumu hissediyorum” dedi. O bizim çok unuttuğumuz bir şey aslında. Burada hâlâ var yani, Karadeniz’de hâlâ var. Bunlar da yabancıların, özellikle seyahat eden insanların, çok dikkatini çekiyor. E bir de güzel sörf oldu mu daha ne olsun?

Sürekli hareket halinde olsan da senin için çay, sörf ve yağmur stabil şeyler. Sri Lanka da çayıyla bilinen bir yer, Karadeniz’de öyle. Orada da var mı böyle bir kültür?

Tabii, orada da var. Yani orada da insanlar çok yavaş yaşıyorlar, orada da bir çay kültürü var, sohbet etme kültürü var, birbirini dinleme var, dedikodu var. Yani bunlar çayın olduğu her yerde bence paketle beraber geliyor.

Batılı ve dört mevsim yaşayan ülkelerde evvelden beri bir kışa hazırlanma telaşı var ve saat, zaman ve düzen konseptleri oradan gelip hayatımızın merkezine oturuyor. Sri Lanka gibi tropik iklimli ülkelerdeki insanlar ise hiçbir zaman hiçbir kışa hazırlanmadıkları için zaman, dakiklik gibi konseptlerin bu kültürlerde bizdeki gibi bir değer taşımadığını duymuştum. Bu rahatlık, oturup çayını içmek, sohbetini yapmak… Bu kültürün kışı sert geçen Karadeniz’de de olması o bağlamda kıymetli geliyor bana, yani çay gelince oturup onun keyfini çıkatmanın bilinmesi.

Yüzde yüz doğru bir şey, biz de geçen gün bunu konuşuyorduk. Mesela benim kardeşim gibi Sri Lanka’da her işime koşan Ranga geldi buraya bu yaz.. İlk defa oradan dışarı çıktı, hayatında ilk defa Sri Lanka dışında bir yere gitti, uçağa bindi falan. Onun için mesela en tuhaf olan şey gün batımının farklı bir saatte olması. İlk mesela buna şaşırdı. “Saat 20.00. Benim saatim yanlış mı?” diyor tamam mı? O telaşsızlık kesinlikle o mevsimsizlikten geliyor. Ordu’ya ve Karadeniz bölgesine yavaş şehir falan filan diyoruz ama Sri Lanka ile yarışamaz, çünkü Karadeniz telaşları var. Fındık telaşı var, odun telaşı var, kışa hazırlanma telaşı var, o var, bu var… Sonuçta hep çok mevsimliliğin getirdiği bir telaş var. Sri Lanka’da kesinlikle yok yani, çok önemli bir nokta söylediğin.

Kepa’ya geri dönmek istiyorum, başrol aslında hem Karadeniz’in hırçın suları hem Kepa hem balıkçılar hem yani bütün bölge halkı… Hakikaten nasıl ikna ettiniz Kepa gibi büyük bir sörfçüyü? Önceden tanışıyor muydunuz?

Yani Kepa efsane bir sörfçü bu arada, yani harbiden saygı duyulan bir adam sörf dünyasında. Çünkü bir gezgin, bir nomad. Afrika’ya gider Angola’da çadırıyla ve çölde yaşar, hiç keşfedilmemiş bir dalgayı bulur, bir ay boyunca o dalgayı sürer… Tipi de buna müsait. Posterde de görebilirsin hani, adam hiç sırıtmıyor. Biz de o sörfçünün tip olarak da karede çok sırıtmasını istemedik. Yani Kepa’yı Perşembe’de bir ev kiralayalım, yerleştirelim, kimse de bu adam kimin nesi demez. Yani sen kimlerdensin komşu diye sorarlar, öyle bir tipi var. İnanılmaz bir karizması var. Yani çok tatlı bir adam, çok naif bir adam ve bizim sörfe dair de anlatmak istediğimiz çizgiye çok yakın olan biri. Benim de hayatımda çok etkili bir yeri var bu arada. Clint de aynı şekilde. O yüzden bize cevap vermesi ve Perşembe’ye gelmesi inanılmaz büyük bir şans bizim için. Yani adama “Perşembe’ye gelebilir misin? Şöyle bir projemiz var…” dediğimizde hiç sorgulamadan “Ne zaman geliyorum?” dedi. Yani o yüzden bu adam. Çünkü yeni kültürler, yeni yerler keşfetmeye her zaman merak duyan biri. Sadece dalga için değil, o dalga arayışında gittiği yerler, tanıştığı insanlar onu heyecanlandırıyor asıl ve bizim de anlatmak istediğimiz hikaye buydu. Yani benim de çünkü o dalgayı ararken aslında tanıştığım insanlarla bambaşka bir yere evrildi hikaye. Kepa da bu işi uluslararası dünyada en doğru anlatacak kişi. O yüzden daha da uluslararası olabilecek bir ısrarla onu çağırdık, o da zaten geldi yani konuşmamızın üzerine.

Hayatta en çok ne zaman #DışınaÇıktığını hissediyorsun bazı limitlerin? Ve bugün buradan hayallerinin peşinde koşacak gençlere #DışınaÇıkacak bir tavsiye versen bu ne olurdu?

Bence hayal kurmak ve hayallerinin peşine gitmek çok doğal bir şey. Ama ne yazık ki hayal kurarken, hayallerin peşinden giderken bir şeylerin dışına çıkıyor insanlar. Türkiye’de özellikle bu olmazcılar, işte “Yapamazsın, onu zaten başkası yapardı” diye yaklaşanlar zaten sana dair çizdikleri o profilden dışarı çıkmamı istemiyorlar. Bu #DışınaÇık olayı bu yüzden çok hoşuma gitti, çok güzel bir slogan çünkü gerçekten bana şunu hatırlattı aslında: Türkiye’de  genç olmak demek; bu gencin zaten hayata geldiği gün çevresinin, ebeveyninin, toplumun, ülkesinin, herkesin bu gence dair bir beklentisi, çizdiği bir şablon, bir çerçeve olması demek. Şimdi sen de büyüyorsun ve tabii ki yani bu senin hayatın olduğu için senin de çizmek istediğin bir çerçeve, bir yol oluyor bunlardan bağımsız olarak. Her hayal kurmaya başladığında, hayallerinin peşinde gitmek istediğinde bir şeylerin dışına çıkmış oluyorsun aslında, ki hayal kurmak senin en doğal hakkın. Şimdi, o yüzden bu, Türk gencinin her gün verdiği bir mücadele bence. Hem kimliksel olarak, hem hayal kurmak olarak, hem yapmak istedikleri olarak hep bir şeylerin dışına çıkarken buluyor kendini. Çünkü burada insanlar sana “Olmaz” diyorlar, “Yapamazsın” diyorlar, “Yanlış bir yol seçtin, şunu yapman lazım” falan filan… Herkesin sana dair bir fikri var. Sen de kendi fikirlerini oluşturmaya başladığında bir şeylerin dışına çıkmaya başlıyorsun. O yüzden buradaki gençlerin kaderi bu yani. Zaten kendilerini her daim dışına çıkarken ya da çıkmaya çalışırken bulacaklar. Ben de sonuçta Boğaziçi mezunuyum, uluslararası bir şirkette çalışıyordum ve bir yöneticilik programındaydım. Dışına çıkmayan Deniz’di bu. Bir de paralelde Afrika’da İngilizce öğretmenliği yapan, Meksika’da sörfü öğrenen, Sri Lanka’da bir hostel kuran, Karadeniz’de sörf okulları olan, film yapan bir Deniz var. Bu da işte dışına çıkan Deniz, çıkmaya çalışan Deniz ya da kendini bir şeylerin dışına çıkarken bulan Deniz. Her daim kendine ispat etmek zorunda oluyor insan, her daim bu yaptığı şeye dair dışarıdan sorgulanıyor ve bu gerçekten çok yorucu bir süreç. O yüzden de hayal kurmak gerçekten çok cesaret gerektiren bir iş. Ne yazık ki öyle yani. En doğal hakkımız olmasına rağmen çok ciddi cesaret gerektiren bir iş çünkü her hayal kuranın yanında, kuramayan da senin aslında o hayalinin gerçekleşmesini istemiyor. Dolayısıyla hayal kuran herkesin çok ciddi bir mücadeleden geçtiğine inanıyorum ben, yani başarılı olsun veya olmasın. Çünkü özellikle Türkiye’de çok zor bir iş yani bu, ispat edebilmek kendine.

 

Kesinlikle. Çok teşekkür ederim vaktini ayırdığın için, çok keyifli bir röportajdı.

Ben teşekkür ederim.

Dizilerden İlham Alan Karışımlar

te

Lezzetli Karışım Tarifleri ve Dizi Önerileri Eşleşmesi

Mevcut film + dizi izleme platformlarının içinden ne izleyeceğini bulmak, koltuğa kıvrılıp yayılma anına geçmeye hazırlanmak ve bu yolculukta size eşlik edecek yeme-içme listesini belirlemek. Mini bir mutluluk formülü! Gelen soğuk havanın ve yılbaşı tatilinin etkisiyle de bu seyir zevkini başlatmadan önce eğlenceli ve lezzetli karışım tariflerini de hikâyenin içine katmaya ne dersiniz? Ölçülü ve kontrollü tüketimi göz önünde bulundurarak, severek izlediğim dizi ve filmlerden ilham alan birbirinden lezzetli karışım tariflerini (az çabayla rahatça hazırlayacağınız öneriler) aşağıya ekliyorum. Elbette ki bu karışımlarla uyumlu olacağını düşündüğüm dizi önerilerini de kısa notlarla paylaşıyorum.

The Office – Join&Blend PINK MOON

One of Everything (Her şeyden biraz)! The Office dizisinin 5. sezon 11. Bölümünde Michael Scott’ın karışım girişimini unutmak ne mümkün! Herhangi bir miksoloji deneyimi olmayan herkesin, bir barın ön sırasında yer alan her şeyi bir araya getirerek deneyebileceği bir karışım ortaya çıkarıyordu. Ama bu teşebbüs, karışımın çöp olduğu anlamına gelmez, değil mi? Malzemelerin kağıt üzerinde harika görünmemesi, mükemmel bir sonucun ortaya çıkmasına engel değil! Ancak, yapılıp tadı test edildikten sonrası için bir şey diyemeyeceğim.

Scott’ın denediği karışım tarifinin “reçetesinden” portakal likörü ve viskiyi seçiyorum, size garanti bir lezzet sunmak için de kolları sıvıyorum. Karşınızda Join&Blend PINK MOON! Kendisi, The Office dizisini (şu sıralar Netflix’te yayında) döne döne izlediğiniz o günlerden birinde iyi bir eşlikçi olmaya aday.

+5 CL 🥃
+1 CL Portakal Likörü
+1 CL Pink Grapefruit Cordial
+1.5 CL Taze lime suyu
+8 CL Zencefilli gazoz

Bardağı buzla doldurduktan sonra 5 cl 🥃 ekleyin, portakal likörü, pink grapefruit cordial, taze lime suyu ve zencefilli gazozu sırası ile bardağa doldurun.

Taze greyfurt ve taze lime’ı da ekledikten sonra tüm malzemeler birbirine iyice karışıncaya kadar bir bar kaşığı ya da uygun bir kaşık ile karıştırın.

Join&Blend Pink Moon’un ekşi ve tatlı lezzetine hazırsınız.

Succession – Join&Blend OLD FASHIONED

Benim için son yılların en iyi dizisi! Diziye uygun karışım eşleşmesini yaparken de zorlandım. Medya patronu olan Logan Roy ve çocuklarının hikâyesini konu alan dizi; güç, aile ilişkileri, politika ve parayı merkeze yerleştiriyor. Dört yetişkin çocuğunun her biri, kardeşlerinin veya babalarınınkiyle “her zaman” uyuşmayan kişisel bir gündem yaratır. Bu diziyi izlerken de en uygun olacağını düşündüğüm tarif ise; damakta kalan buruk aromasıyla Join&Blend OLD FASHIONED oldu.

Not: Old Fashioned aynı zamanda; Mad Men dizisinin unutulmaz karakteri Don Draper’ın da tercih ettiği bir karışım.

+5 CL 🥃
+1 adet kesme şeker
+6 Dash Angostura Bitter

Bardağın dibine yaklaşık 3 cm kalınlığında ve 5-6 cm uzunluğunda portakal kabuğunu güzelce yerleştirin.

Bir bar ya da tatlı kaşığına 1 adet küp şeker koyun, üzerine 2 damla angostura bitter ve yarım tatlı kaşığı su ilave edin ve toz şekeri çözeltip portakal kabuğunun üzerine döktükten sonra muddle (ezme çubuğu) ile ezin.

Kokusu sizi büyüleyebilir, 5 cl 🥃 ve 4 damla angostura bitteri ilave edip iyice karıştırın.

Son olarak yine bir adet portakal kabuğunun dış yüzeyini bardağa sıkıp içine ekleyin, karşınızda damakta kalan buruk aromasıyla Old Fashioned.

Dead to Me – Join&Blend GINGER

2022’nin son aylarında yayınlanan üçüncü sezonuyla beraber final yapan dizi, kederle şekillenen iki hayatı radarına alıyor ve mizahı da serpe serpe ilerliyor. Başrol yıldızları Christina Applegate ve Linda Cardellini’nin muhteşem bir ikili olarak karşımıza çıktığı Dead to Me’de, kocasının ölümünden sonra dostluk kurmaya başlayan iki kadının hikayesi özetle. Ama olaylar olaylar bir yandan! İki karakterin de dizi boyunca sürekli bir şeyler içtiğini görmek, zaten insanın içinde mutfağa doğru gitme arzusu uyandırıyor. İşte aynı hisler sizde de belirirse, en azından reçeteniz hazır olun.

Bu ikili için tatlı ve ekşi bir aromaya ihtiyaç var.

+5 CL 🥃
+2 CL Taze lime suyu
+9 CL Zencefilli gazoz

Bardağı buzla doldurduktan sonra 5 cl 🥃 ekleyin, ardından taze lime suyu ve zencefilli gazozu sırası ile bardağa doldurun.

Lezzeti katlamak için taze lime dilimi ve taze zencefili ilave edip bar kaşığı ya da uygun bir kaşık ile karıştırın. Karışım, tatlı ve ekşi aromasıyla servise hazır.

Better Call Saul – Join&Blend SOUR

Kesinlikle muhteşem zevkiyle anılmasa da, Better Call Saul ve Breaking Bad’in alçakgönüllü avukatı Saul Goodman ne içileceği hakkında bir iki cümle kurabilir. Kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde güçlü görünen karışım seçimi yapmanın tam zamanı. Dizi, ceza avukatı olan Jimmy McGill’in Saul Goodman olarak hukuk bürosu kurmadan önceki davaları ve o sıkıntılı günleri anlatıyor. Dizinin altıncı sezonu da Nisan 2022’de yayınlandı.

Gelelim işin damakta kalan kısmına! Join&Blend Sour için mutfağa adım adım ilerliyoruz.

+5 CL 🥃
+10 CL Lime Sour Mix

🥃 ile taze limon suyu, toz şeker ve yumurta akından oluşan sour mix’i shaker ile çalkalayın ve buz dolu bardağa süzerek doldurun

Son olarak ince uzun şekilde kestiğiniz limon kabuğunu garnitür olarak bardağa ilave edin ve ekşi aromanın + dizinin tadını çıkarın.

Grace and Frankie – Join&Blend POMEGRANATE

Eski düşmanı ve şu anki en iyi dostu Frankie’nin aksine Grace; iş odaklı, mantıklı ve güçlüdür. Yedi sezondan oluşan dizinin bölümleri arasında geçtikçe de, Grace’in soğuk ve “cansız” bir kadından doğanın şefkatli bir gücüne dönüştüğünü görüyoruz. İşte ikisinin arkadaşlığının tatlı dönüştürücü gücü böyle hızlıca özetlenebilir. Karanlık anlarını dengeleyecek bir Frankie’ye sahip olduğu için şanslı olan Grace’i izlerken lezzetli bir karışımı hak ediyoruz. Çünkü eminim yan yan olsak o da bize bunu teklif ederdi. Ya da “mutfak orada, gidip kendin yap” da diyebilirdi.

Karışım tarifinin detayları karakterlerle güzel bir eşleşme içinde bence.

+5 CL 🥃
+7 CL Taze nar suyu
+1,5 Taze lime suyu (ya da limon suyu)
+2,5 CL Sade gazoz

🥃 , nar ve lime ya da limon suyunu shaker ile iyice çalkalayın, ardından buz dolu bardağa süzerek doldurun.

2,5 cl sade gazozu ilave edin, nar taneleri ve lime garnitürlerini ekleyin ve buruk-ekşi aromasıyla karışımınızı vakit kaybetmeden için.

“Birkaç İyi Arkadaş” Dizileri – Join&Blend SATSUMA

Listenin son önerisi ise temeline “birkaç yakın arkadaş” hikâyesini yerleştiren dizilerden mini bir seçmece. ‘Sex and the City’yi açmak, arkadaşlarla buluşmak, kanepeye kurulup yemek yemek ve en sevdiğin karışımı hazırlamak. Bu cümlenin giriş kısmından Sex and the City’yi çıkarıp yerine başka neler ekleyebiliriz?

The Bold Type, Tuca and Bertie, Sweet Magnolias, Friends, Friends From College, Seinfeld…

İşte o acı – tatlı izler bırakan arkadaş anılarından ilhamla karışım eşlemimiz de; Join&Blend Satsuma oluyor.

+5 CL 🥃
+8 CL Citrus Sour
+1,5 CL Bergamot&Satsuma Cordial

Join&Blend ile taze portakal suyu, taze greyfurt suyu, taze limon suyu, toz şeker ve yumurta akından oluşan citrus mix’i shaker ile çalkalayın ve buz dolu bardağa süzerek doldurun.

Ardından elinizde var ise bir adet kurutulmuş portakal, yoksa da taze portakal dilimini bardağa ilave edin

Tatlı ve bitter aromasıyla karışımınızı yudumlamaya başlayabilirsiniz.

Son olarak ise Join&Blend Came Up karşınızda. Join&Blend, adaçayı, ananas püresi, taze çilek, taze limon suyu ile tatlı ve ferah bir lezzet sunuyor. Bu karışımları denemek için Join&Blend’in özel etkinliklerini kollamayı unutmayın.

Dünden Bugüne Dışına Çıkanlar

te

Şüphesiz ki sanat tarihi, düşünce, inanç ve davranış kalıplarının dışına çıkmayı tercih eden bireyler tarafından yazılmıştır. Bugün sanatta ve yaratıcılıkta hangi mihenk taşını kaldırsak, altından farklı düşünen, fazla merak eden ve cesurca deneyimleyen bir sanatçı çıkar. Bu yazıda müsaadenizle aralarından büyük özenle seçtiğim üç tanesinden bahsedeceğim.

Bir radyo yayınında Amerikalıları uzaylı istilasına inandıran tarihin ilk trolü Orson Welles’ten, standup’un siyahi, açık gay babanesi Moms Mabley’e ve partilere çantasında marulla gezdirdiği evcil salyangozlarıyla katılmayı tercih eden Patricia Highsmith’e, sıradanlığa tahammülü olmayanların hikayesine, dilerseniz hemen başlayalım.

Neden Kadın Komedyen Olmuyor?

Günümüzde pek çok platformda kendisine son derece ayrımcı, bir o kadar da acınası şekilde yer bulan bu sorunun cevabı basit aslında; yüz yıldır kadın komedyenler varlar, sadece bunu ifade edenler biraz cahil. Hatta şanlı Amerikan standupının kurucularından biri 1894, Kuzey Karolayna doğumlu Loretta Mary Aiken ya da sahne adıyla Moms Mabley.

Loretta hanım kızımız 16 çocuklu bir ailenin dördüncü bireyi olarak dünyaya gözlerini açıyor açmasına ama ailenin kalabalıklığı ve yaşam şartları, üstelik anneanesinin gaz vermesiyle evden kaçmak için ancak 11 yıl bekleyebiliyor. Bir vodvil tiyatrosuyla dans edip şarkı söyleyerek Amerika’yı dolaşmaya başlayan Loretta’nın ilk gençlik yılları maalesef, 14 yaşına basmadan doğurup evlatlık verdiği iki çocuk ve buna bağlı istismar hikayeleriyle epey çetin ve acılı geçiyor. Hatta Mabley soyadını kendisi gibi bir performansçı olan ilk erkek arkadaşından edinen Loretta, “Benden o kadar çok şey aldı ki, ben de en azından soyadını alayım dedim.” diye açıklıyor bu durumu 70’li yıllarda verdiği bir röportajında.

Loretta kısa zamanda Chitlin Circuit adı verilen ve siyahi performansçılar tarafından, siyahi izleyicileri eğlendirmek üzere Amerika’nın dört bir yanına yayılmış bulunan sahnelerde ünlenmeye başlıyor. Bu arada takvimlerin hala 1920’leri gösterdiğini ve özgürlüğün ülkesi ABD’de 1960-70’li yıllara kadar ırkçılığın doyasıya ve son derece de rahatlıkla yaşandığını aklımızda tutmamız yerinde olur. Yani ilk New York sahnesini Harleem’de Connies Inn’de de yapsa, siyahi kadın bir komedyen olarak Moms Mabley’in öyle büyük paralar kazanma ihtimali yok ve hayatının her günü sahneye çıkarak ancak geçimini sağlayabiliyor. Bu arada 1921 yılında, 27 yaşındayken gay olduğunu açıklamayı ve tarihin ilk açık gay komedyeni olmayı da ihmal etmiyor. Çünkü bu kadın korkusuz. Çünkü bu kadın; ov may gad! 20’ler ve 30’lar boyunca androjen kıyafetler giyip lezbiyen şakalarından oluşan rutinler kaydeden Moms’un sıradışılığı karşısında şapka çıkarmadan duramıyorum.

1950’li yıllara gelindiğinde Miss Mabley, komedyen ortamndaki forsu ve kol kanat gericiliği sayesinde “Moms” lakabını hakkediyor. Dahası bu lakaba uygun, dişsiz, ev kıyafetli, dağınık, temizlikçi bereli bir kadın karaker de yaratıyor sahenede. Ve anneanesinden de esinlenerek oluşturduğu bu tehdit edicilikten uzak, sempatik karakter sayesinde, dönemin eril komedyenlerinin bile girmeye cesaret edemediği, ırkçılık, cinsellik ve çocuk sahibi bir dul olmak gibi sert konulara değindiği standuplar yapmaya başlıyor.

Moms Mabley’in New York’un en büyük sahnelerini görmesi ve pek çok televizyon şovunda rol kapması için 70’li yaşlarına kadar çalışması gerekiyor. Müziği de sahne performansının bir parçası haline getiren Mabley, 75 yaşında ABD Top 40 listesinde ismi olan en yaşlı insan ünvanını bile alıyor. Aynı yıllarda Tina Tuner konseri açılışı, Ed Sullivan Şov gösterisi gibi inanılmaz forslu sahneler yapmasının yanı sıra , tam 80 yaşındayken Amazing Grace filminde oynuyor. Ertesi yıl kalp yetmezliğinden hayatını kaybedecek olan Moms Mabley’in son çalışmaları bunlar olurken, Moms ardında ikisi evlatlık verilmiş 6 tane de evlat bırakıyor. Mirasının bir parçası olan Whoopie Goldberg’in oynadığı 2013 yapımı, Emmy ödüllü belgeseli eminim internetin bir köşesinden bulup izleyebilirsiniz.

Dahi neresinden belli olur?

1915 doğumlu minik Orson tam bir cingöz. Popüler bir bisiklet lambası keşfederek servet sahibi olan bir baba ve konser piyanisti bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Orson, daha 10 yaşındayen çizer, aktör ve şair olarak adından söz ettiriyor. Fakat anne babasının boşanması, dahası annesinin 9, babasının ise 15 yaşındayken hakkın rahmetine kavuşması neticesinde ilk gençlik yıllarını iyi bir yatılı okulda geçiriyor. Burada ileri yıllarda mentörü olacak bir hocanın da yardımıyla ilgilendiği alanlarda kendini geliştirme, ilk tiyatro ve sahne pratiklerini yapma fırsatı bulan Orson, mezuniyetin ardından burslu olarak Harward’a kabul ediliyor. Fakat okula devam etmektense, “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” mottosuyla, gezmeye karar veriyor.

Böylece henüz 16 yaşındaki Orson’un bir eşşek sırtında ve ressam olmak hayaliyle Avrupa’yı gezdiği döneme giriş yapıyoruz. O gezide Dublin tiyatrosu müdürüne kendisini ünlü bir Broadway yıldızı olarak tanıtıp oyunlarda rol kapmayı bile başarıyor. Orson’un erken dönem başarı listesinde, çocukken ezberden okuduğu Shakespeare eserlerini illustrasyonlarıyla süsleyerek, “Herkes İçin Shakespeare” adlı bir kitap çıkartması da var. Orson’un çizimlerini Kuzey Afrika seyahati sırasında yaptığı bu kitap, ülke çapında bir best seller olarak on yıllarca basılıyor.

18 yaşına geldiğinde Orson, New York’ta üç tane oyunda rol kapıyor, ertesi yıl ise ilk radyo işini almayı ve evlenmeyi başarıyor. 1935 yılında artık Orson’un artık ünlü bir radyo yıldızı olduğunu ve neredeyse film yıldızları kadar para kazandığını gözlemliyor ve şimdiden kendisinin algıların dışına çıkan yeteneği ve azminden etkileniyorz. Oysa her şey yeni başlıyor.

1930’ların büyük ekonomik buhran yıllarında Orson Welles, radyodan kazandığı parayı halk tiyartosuna yatırmak suretiyle prodüktörlüğe de soyunuyor. Hatta ilk oyununda 150 siyahi oyuncuyla, sonraları Vodoo Machbeth olarak da adlandırılacak ve onu derhal deha mertebesine taşıyacak bir Shakespeare uyarlamasına imza atıyor. Bu noktada Orson beyin sadece 20’li yaşlarının başında pek çok sanat kariyerinin tamamını paketlediğini görüyor ve hafif baygınlıklar geçirerek yolumuza devam ediyoruz.

Orson bir yandan dönemin en büyük radyo yazarı ve aktörü olarak ünlenir, öte yandan Mercury Tiyatrosu’nda onlarca özel oyun çıkartırken kariyerinin en eğlenceli anketodlarından birine de imza atıyor. H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı eserini Mercury tiyatrosu ekibiyle oynarken, intro kısmını kaçıran dinleyiciler gerçekten dünyayı Marsılılar’ın istila ettiğini zannediyor ve büyük paniğe kapılıyorlar. Hatta bu mithin gerçekmiş gibi dünyayı çalkandırmasına Adolf Hitler bile karşı koyamayıp, bir konuşmasında olaydan bahsediyor.

Artık dünya çapında bir üne sahip olan Mr. Welles’e Hollywood teklif götürmekte gecikmiyor. Tüm zamanların en iyi anlaşmalarından birine imza atarak Hollywood’a giriş yapan çalışma bağımlısı dahi ise bu kontrata ilk filmi, tüm zamanların en kült yapımlarından biri olan Yurttaş Kane ile cevap veriyor. 9 Oscar’a aday gösterilip sadece en iyi senaryo dalında bir ödül alan film, Orson’un yazıp, yönetip oynayacağı diğer filmler için zemin hazırlarken, Dünyada da 2. Dünya Savaşı’nın başladığına tanık oluyoruz. Orson Welles 2. Dünya Şavaşı’nda Latin Amerika’ya iyi niyet elçisi olarak gidiyor. Fakat bu elçilik işinin sürmekte olan projeleri aksattığı gerekçesiyle, Orson yazıp yönetip montajına oturduğu filmlerden ve en nihayetinde de bağlıı olduğu Hollywood stüdyosundan kovuluyor.

Orson Welles’in Hollywood’dan sürgün edilmesi hem yenilikçi görüşlerine, hem de dahice sinamasına bir tepki niteliğinde. Adeta sistem tüm zamanların en üretken sanatçılarından birine “Yavaş git kardeş, biz senin kadar dışından bakabilen bir toplum istemiyoruz” diyor. Orsan Welles bu aforoz edilmeyi ömrü boyunca atlatamadığını ifade etse de, hayatının sonuna dek pek çok projede oyuncu, seslendirme sanatçısı, yönetmen ve yazar olarak görev almayı, sanatseverlere ve diğer sanatçılara ilham olmayı sürdürüyor.

Sanatçıya rağmen sanatını sevmek mümkün mü?

Patricia Highsmith 20’den fazla film uyarlamasıyla, dünya edebiyatında sinemaya en fazla ilham olmuş isimlerden biri. Onun gerilim dozu yüksek polisiye eserleri, yazarın insan psikolojisini tahlil etmedeki ve aktarmadaki gücünü gösterirken, Patricia’nın hayatı adeta insan cinsinden kaçmak üzerine kurulu diyebiliriz. Peki en yakınları tarafından bile oldukça sert ve huysuz bulunan Patrica hanımın sanattaki başarısını, kişiliğindeki bu talihsizlikle açıklayabilir miyiz?

Ben deneyeceğim, kısmet.

Patricia Highsmith 1921 yılında Teksas’ta kendi doğumundan önce boşanmış bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Hatta annesi onu düşürmek için terebent içtiğini idda ederek genç Patricia’yı geri dönülmez şekilde travmalıyor. Hele 9 yaşındayken New York’a taşınan annesi ve üvey babasının bir yıl boyunca onu büyükannesine bırakmasını kesinlikle atlatamıyor minik Patricia. Annesiyle yaşadığı bu sevgi-nefret ilişkisinin bir yansımasını, annesini bıçaklayarak öldüren bir çocuğun hikayesini anlattığı Su Kaplumbağası adlı öyküsünde görebiliyoruz. En azından edebiyat tarihçileri bu yönde fikir birliğine varmış görünüyorlar.

İngiliz dili edebiyatı ve hikaye yazarlığı alanında kollej eğitimi alan Patricia, mezuniyetinin hemen ardından Time, Fortune, The New Yorker, Vogue gibi dergilerde yazarlık işi buluyor. Sonra da Truman Capote tarafından bir sanatçı komunü olan Yaddo’ya önerilerek, orada ilk romanı “Trendeki Yabancı” için birkaç ay çalışma fırsatı buluyor. Bu arada Yaddo’yu sanatçı komünü diye geçiştirmeden önce New York’ta muhteşem bir mailkanede dünyaca ünlü sayısız sanatçıya ev sahipliği yapmış ve hala çalışmakta olan bir kurum olduğunu da ekleyelim. Patricia bu alanda geçirdiği birkaç aydan öyle memnun kalmış olmalı ki, mirasının büyük kısmını yine buraya bağışlamayı tercih ediyor.

Patricia sanatsal başarıyı erken ve coşkuyla tatmış olmasına rağmen ömrü boyunca depresyon atakları ve daha pek çok şeyle  savaşmak zorunda kalmış bir insan. Çok ketum olduğu özel hayatına fazla insan sokamamasının, insanlardan ziyade hayvanlarla arkadaşlık etmeyi seçmesinin ve en nihayetinde elbisesinin içinde Fransa’dan İngiltere’ye kaçak soktuğu yüz kadar salyangoz beslemesinin gerisinde aslında bu rahatsızlığı var. Patricia yine bazı partilere salyangozları ile katılarak,  adeta insanlarla diyaloğa çok da meyili olmadığının altını çizmeye çalışıyor.

Öte yandan homoseksüel kimliğini gizlemeye değil ama terapi ile tedavi etmeye çalıştığı, bir erkekle nişanlandığı dönemler de oluyor Patricia’nın hayatında. Patricia kadınlara aşık olsa da, erkeklerle arkadaş olmayı daha makul ve eğlenceli bulduğunu ifade ediyor bir röportajında. Bazıları tarafından kadın düşmanı lezbiyen olarak acımasızca yaftalanıyor olsa da, pek çok yazara açık sözlülükle destek olmuş, mizahı yüksek bir karakter Patricia. Ve kendi değimiyle yalnızken başkalarıyla olduğundan çok daha yaratıcı ve özgür hissediyor.

Patrica’nın çok da hümanist olduğunu idda edemeyeceğimiz kimi siyasi fikirlerinden en göze çarpanı, Filistin’i desteklemesi. 1983’te yayınladığı “Kapıyı Çalan İnsanlar” kitabını Filistin halkına adayan Highsmith, Uluslararası Af Örgütü bünyesinde de çalışmalar yapıyor.

Highsmith’in yazarlık kariyeri çizgiroman yazarlığı ile bir dönem sönük geçse de, 1950 yılında yazdığı ilk romanı “Trendeki Yabancı”nın 1951’de Alfred Hitchcock tarafından sinemaya uyarlanmasıyla bir anda şöhrete kavuşuyor. Fakat bu sefer de iki lezbiyenin aşkını anlatan ikinci romanı “Tuzun Bedeli”ni kendi adıyla yayınlamaktan çekiniyor Highsmith. 40 yıl sonra romanını sahiplenirken de “bu romandan önce homoseksüel karakterler ya intihar ediyor ya da cinsel kimliklerini inkar ederek ömür boyu mutsuzluğa mahkum oluyorlardı. Bu kitapla ilk kez mutlu lezbiyen bir çiftin hayatı insanlara umut oldu” diye açıklıyor. Tuzun Bedeli ya da kimi baskılarındaki adıyla Carol yazarın şiddet ve suç içermeyen yegane eseri olarak da tanınıyor.

Highsmith’i dünyaca şöhrete kavuşturan eserleri ise şüphesiz ki Yetenekli Bay Ripley serisi. Bu seride etkileyici bir birey olan Tom Ripley, öldürdüğü zengin adamın yerine geçerek bizzat onun hayatını yaşıyor. Patricia hanımın bu eserdeki en büyük marifeti, soğuk kanlı bir katille okuyucunun kendisni özdeşleştirmesini sağlamak. Beş kez filme uyarlanmış kitapları okurken ister istemez zeki, işini bilir, entelektüel ve etkileyici bir canavar olan Bay Ripley’e saygı duyuyor, onun kazanmasını ve işlediği cinayetin yanına kar kalmasını arzuluyorsunuz. Tıpkı belki de herhangi bir erkek yazardan daha aksi ve yalnız olmamasına rağmen hayatı boyunca “huysuz ve tatsız” olarak tanınan Patricia’nın sanatına ve özgünlüğüne hayran olduğumuz gibi…

Patrica Highsmith de Moms Mabley ve Orson Welles gibi hayatı boyunca üretmeye devam ediyor. 1995 yılında akciğer kanserinden hayata veda ettiğinde ardında 22 roman, yüzlerce hikaye ve tüm bir ömür boyunca yazılmış günlükler bırakıyor. 2008 yılında Times tarafından Dünyanın En Büyük Şuç Yazarı seçilmesi, malunun ilanından başka bir şey olmasa da, biz yazar kadınlara ümit veren bir durum.

Şimdi diyeceksiniz ki, peki bu üç yaşam öyküsü  ve bu üç nadide sanatçıdan nasıl bir deneyim, nasıl bir onuç çıkartmak yerinde olur?

Ben şahsen dehanın sadece bir başlangıç alevi olduğuna ve her insanda farklı konularda bu alevin için için yandığına inanan biriyim. İçimizdeki yaşam ateşinin minik bir mum olarak mı kalacağına, yoksa dev bi şöminde onlarca hatta yüzlerce canlıyı mı ısıtacağına biz karar veriyoruz. Ve bu kararın altını her gün yaptığımız basit seçimlerle bir kez daha çiziyoruz. Özetle; içimizdeki minik alev dünyayı kasıp kavuracak bir yangına, büyük bir etkiye dönüşsün istiyorsak, belki de hayata dışına çıkarak bakmayı ve sevdiğimiz şeyler için çabalamayı asla bırakmamayı her gün yeniden tercih etmeliyiz.

Ben Deniz Özturhan, bu yazıyı okumayı tercih ettiğiniz için çok teşekkür ederim.

Ne var bu Akyaka’da neden herkes orada?

te

Google’da bulacağın Akyaka bilgilerinin #Dışınaçık

 

 

Son bir kaç senede, üç dört defa Akyaka’ya gidip her seferinde neden bu kadar popüler olduğuna şaşırmış ve pek bir şey anlamadan da dönmüştüm. Ta ki son gidişime kadar, bu kez bilinen Akyaka bilgilerinin dışına çıkınca buranın büyüsüne ben de kapıldım. Hayat, bir yerlere gidip de anlayamamak için çok kısa olduğundan; bu son gidişimde ne anladığımı size de anlatmaya geldim.

 

Akyaka, aslında yanlışlıkla genişlemiş gibi duran küçücük bir sayfiye yeri. Merkezi denilen yere gidince bir tarafta cömert bir yüzme simidi seçkisinin bulunduğu tipik bir yazlık marketi diğer tarafta da sağlı sollu mekanlara baka baka yürünen bir sokaktan ibaret. Denizi deseniz eh pek bir numarası yok gibi üstelik buz gibi soğuk. Bu Akyaka’ya gittiğinizde görüp yazının başlığındaki gibi ne var ki burada diye düşünmenize sebep olacak kısmı. Ama işte o iş öyle değil.

 

Her şeyden önce özel olan yer Akyaka’dan öte Gökova bölgesi. İsmi kadar güzel bu bölge, etrafı dağlarla çevrili bir ova ve şehirli insanın aklını başından alacak kadar yeşil. Ormanla denizin bu kadar güzel yan yana gelişi ancak burada bulunur. Uzun zamandır geyiği dönen Ege’de bir kasabaya yerleşmek beyaz yakalılara atfedilmişken, İstanbul’un yaratıcı çevresinden bu kadar insanın buraya taşınması da tesadüf değil. Büyüsüne kapıldığınızda bir daha ayrılmak istemeyeceğiniz bir ovadan bahsediyoruz. Gitgide genişleyen yeme-içme ve eğlence mekanları Akyaka sınırlarının dışına taştığından bu yaz sık sık gideceğinizi düşündüğüm bu bölgeye Gökova demek teknik olarak da daha doğru.  Son olarak ortamlarda Akyaka demek sizi turist yapar, Gökova derseniz biraz daha buralı olursunuz.

 

Aslında kimsenin de pek buralı olmadığı bu bölgede, gerçekten de yaratıcı işlerden tanınan pek çok insan yaşıyor. İki sene önce taşınanların yeni gelenlere siz tabi yenisiniz demesini bir kenara bırakacak olursak burada birbirine destek olan müthiş bir komünitenin varlığına şahit oluyorsunuz. Gökova Biraradayız gibi oluşumlar ve bu oluşumların her sene gerçekleşen festival gibi partileri de bunun göstergesi. Gökova’ya gelmişken mutlaka buraya taşınan insanlarla tanışıp buraları bir de onlardan dinleyin.

 

Bu uzun girizgahtan sonra akıllarda tek soru; tamam anladık da ne var Akyaka’da? Pardon Gökova’da 🙂 Sakin, her sayfiye bölgesinde olduğu gibi hayat burada da yavaş akıyor, bu bölge size şehrin koşturmacasından sonra yavaşlamayı da öğretiyor, keza Akyaka 2011 yılından beri Cittaslow ünvanı taşıyor.

 

Türkiye’nin en güzel sörf noktalarından biri, kite plajı olarak geçen yan yana kite sörf okullarının sıralandığı bu plajda 3-4 gün içerisinde kite öğrenebilir, tatil yaparken yeni bir hobi edinebilirsiniz. Kite haricinde bu plaja gitmenizi önermem zira kesinlikle zevkle denize girilecek bir yer değil. Ama hem kite yapmayacağım hem de görmek isterim derseniz en güzel gün batımları için buraya gidebilirsiniz.

 

Girdiğiniz sene hasta olmayacağınız mitiyle bilinen Azmak Nehri. Buz gibi olmasına aldanmayın çıkınca bütün bedeniniz mentolle kaplanmış gibi olduğundan hiç bir şey hissetmiyorsunuz.

Benim kişisel favorim kendimi nehrin akışına bırakmak olduğundan en bilinen ve en kalabalık yer olan merkezdeki restoranların dibinden kendimi suya bırakmak. Özellikle yaz aylarında çok kalabalık olduğundan ve sürekli gezi tekneleri geçtiğinden tercih etmeyebilirsiniz, haklısınız.

 

Birazdan aşağıda bu senenin asıl olayı orası diyeceğim Akçapınar köyünün girişinden kano ile ya da küçük teknelerle nehirde ilerleyebilir en sonunda ‘’Amazon’’ olarak bilinen yerde suya atlayabilir, instagramda gördüğünüz o ağaç üstünde pozu verebilirsiniz. Önerim sabah erken saatte ya da gün batımında kano ile gitmeniz, sabahları çok sessiz ve huzurlu akşam saatlerinde sinek istilasına karşı önlem almadan yola çıkmayın. Kano ile tek yön gidiş yaklaşık 35-40dk sürüyor ve sonunda nehire atlamak gerçekten keyifli oluyor.

 

Çok az insanın bildiği bir sır olarak da Küçük isimli mekanda Azmak suyuyla dolu minik bir havuzcuk bulunuyor, burada kimseler yokken tatlı tatlı takılabilirsiniz. Nasıl gireceğiniz size kalmış, biraz tanıdık biraz ikna yeteneği diyelim…

 

Denize hiç mi girmeyeceğiz? Tabi ki gireceğiz! Girebileceğiniz üç yer ile geleyim.

İlki ve en yakını Orman Kamp, Akyaka merkez’den birazcık yürüyüp rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Adı üzerinde orman içerisinde bir kamp alanı. Herhangi bir tesis beklentiniz olmasın, yanınıza yiyecek içecek alabilir ya da girişteki kantin benzeri yerden temin edebilirsiniz. Hemen o kantinin yanından devam edip oralarda oturayım demeyin, biraz merdiven biraz tırmanma ile upuzun devam eden o sahil şeridinde gözünüze kestirdiğiniz yere geçin, tavsiyem erken gidin.

 

İkinci noktamız Maden bölgesi, Orman Kamp’a girmez düz devam ederseniz biraz ilerisinde bir kaç otelin yer aldığı küçük bir koy bulacaksınız. Ben sürekli denize girmek isterim diyenler bu bölgede konaklayabilir. Bu otellerin iskelelerinden rahatlıkla denize girebilirsiniz, evet soğuk ama girince alışılıyor 🙂

Küçük bir sır daha sabah 7 civarında giderseniz o koydan yunuslar geçiyor.

 

Sabah insanıysanız yürüyüş de yapabileceğiniz harika bir yol tam bu maden bölgesinin sonundan başlıyor. Otelleri bitirip sağa doğru yürümeye devam ederseniz bir tarafınızda deniz bir tarafınızda orman harika bir yürüyüş yolu önünüzde uzanıyor. Bu yol boyu arada inebileceğiniz gizli küçük denize girme noktaları da bulmanız çok mümkün.

 

Bu yolun devamında ise iki tane plaj var, biri Çınar Beach diğeri de Rahat Beach. Beach adı sizi yanıltmasın buradaki plajlar konforlu ancak magazin gazetelerinde boy gösteren lahmacun yenip partilenilen türden değil. Soğuk deniz sevmeyenler için de küçük bir tüyo; Rahat Beach’in denizi oldukça sıcak ve isminden de anlaşılabileceği gibi oldukça casual bir plaj.

Bu noktada bir araca ihtiyacınız olacak. Arabanız yoksa Akyaka’da zaten tek bir taksi durağı var, kime sorsanız size Enşari’nin numarasını verir kendisi adeta taksi sihirbazı. Daha yakın bölgeler için de bisiklet kiralayabilirsiniz, merkezde tam ortada bir bisiklet kiralama yeri mevcut (o deniz simidi satan marketin karşısı), yokuşlarda kulaklarım çınlasın istemem ama bence eğlenceli bir ulaşım yöntemi.

 

Akyaka merkez’e geçmeden önce bu yaz adını çok sık duyacağımız bir bölgesine geçelim; Akçapınar Köyü. Meşhur Aşıklar (a.k.a Ağaçlı Yol) yolunun kenarında bulunan bu köyde bu sene bir sürü yeni mekan açılıyor ,var olan mekanlarda da yeni gelişmeler oluyor. Bu sene eğlencenin kalbi burada atacak gibi duruyor. Yalnızca eğlenmek için değil uzaktan çalışmak için, çeşitli atölyeler için, yoga vb için de alternatif mekanların olduğunu da belirteyim. Buralarda güzel kahve nerede içilir derseniz, Lemongrass’a geçebilir hatta instagramdan da takip ederek sabah yogalarını bile yakalayabilirsiniz. Yukarıda bahsi geçen kano ile Azmak turuna yine bu köyden çıkabilirsiniz.

Eğlencesine gelince; Cihangir’in meşhur Geyik’i bu köyde yeni açılacak yerinde kokteylleri ile sizi bekliyor.

Ben bu trendin dibinde kalayım derseniz bu bölgede yenilenen pek çok küçük otel bulunuyor, benim kişisel favorim bu bölgenin en eskilerinden ve kesinlikle en büyülüsü olduğunu düşündüğüm önerim Dane Gökova.

 

Aşıklar yolunun dibinde okaliptüs ağaçlarının hemen ardında kocaman bir bahçeye yayılan Dane Gökova hem bir takılma yeri hem de 6 odasıyla samimi bir konaklama alanı. Bu yaz calling pop-up oluşumuyla tüm sezona  yayılan etkinliklerini sıkı takip etmenizi önerdiğim Dane’de 28-31 Temmuz arasında gerçekleşecek Summer Tales festivalini yakalamanızı da ayrıca öneririm.

Yogadan yürüyüşe, kokteyl atölyelerinden konserlere, şef sofralarından açık hava gösterimlerine dolu dolu geçecek bu bir kaç gün buranın tadını çıkarmak için harika bir fırsat.

 

Bu köyde ayrıca meşhur Akçapınar tostçusu (gecenin sonunda tost perileri geldiğinde gitmenizi öneririm yoksa pek de meşhurluk bir şeyi yok bence), değerinin yeterince bilinmediğini düşündüğüm Köprü Restoran (patates kızartması, şakşukası enfes) ve son olarak tatilde bile ocakbaşı isteyenler için Merlo bulunuyor. Köye aşıklar yolunun başından başlayıp yolun sonuna kadar gittiğinizde saydığım tüm mekanları görmüş oluyorsunuz, keşfetmesi kolay tadını çıkarması size kalmış.

 

Bu köy tamam peki ya başka köyler diyorsanız yeni açılan ve az bilinen bir yer önerisi ile bu kısmı noktalayalım hemen ileride Şirinköy’de bulunan Bostanova ovaya bakan harika bir taş ev formatında bir otel.

Burası dışında da genel olarak Gökova köylerinde çok güzel evler bulunuyor, eğer şanslı ve hızlıysanız çeşitli ev seçeneklerine de bakabilirsiniz.

 

En çok bilgi bulabileceğiniz Akyaka Merkez’i en sona sakladım. Merkezde de denize girmek için bir plaj yer alıyor, tipik bir tatil bölgesi gibi yan yana mekanların ve onların önlerine attıkları şezlongların sıralandığı bir plaj diye tarifleyebiliriz. Plajı geçelim yeme-içmeye gelelim elbette. Karanfil sokak’tan girince sağlı sollu pek çok mekan göreceksiniz zaten merkezin olayı biraz da bu sokakta bir orada bir burada takılmak gibi.  Bu sokakta takılacak, yeme içme anlamında pek çok tatlı yer var, hepsine geçerken bir göz atın, güzel ev yemeklerinden poke bowllara kadar pek çok şey var. Bu sokak hakkında bol bol bilgi bulursunuz zaten bu yazı biraz bunların dışına çıkmakla alakalı.

Ama bu sokağa kadar girmişken yine en sonuna kadar gidiyoruz orada bizi geçen sene açılan Mekan karşılıyor, bu sene yan arazisini alarak büyütmüş muz ağaçlarının arasında bir kokteyl vahası.

 

Peki burada hep mi Dışına Çıkalım, klasiklerden güzel şeyler de yok mu derseniz sizi Azmak nehrinin kenarındaki restoranlara doğru alalım, en meşhuru Halil’in Yeri, ister ördeklere ekmek atarak ister ayaklarınızı buz gibi suya sokarak burada yemek yiyebilirsiniz. Eh bu bir klasik.

 

Benim naçizane önerim, Google’da bulacağınız Akyaka’da yapılacak şeyler listesini bir kenara bırakıp sahiden DışınaÇıkmak olur. Bu bölgenin sakinliğine ve sürprizliliğine ayak uydurun, doğaya yakın olabileceğiniz sadece size özel yerleri keşfe çıkın, herkes Akçapınar köyü çok meşhur demeye başlamadan önce orayı ilk keşfedenlerden olun, buraya taşınan insanlarla tanışıp bu satırlara sığmayan yerel tavsiyelere kulak verin.  Dane Gökova’da gerçekleşecek Summer Tales’e denk getirecek şekilde tatilinizi programlayıp bir taşla çok kuş vurun. Gökova’ya aşık olursanız geceleri pırıl pırıl parıldayan gökyüzüne bakıp yıldızlardan bana selam gönderin.

Ve evet Akyaka yerine Gökova demeyi unutmayın.

Kampçılıktan Ekoturizme Bir Yol Vardır

te

Seyahat ve tatil tercihlerimizi doğadan yana ve doğanın yanında hale getirmek üzerine tavsiyeler.

Merhabalar ben Deniz; iflah olmaz bir doğa aşığı, coşkun bir çadır sevdalısıyım. Ve sizlere alışılmışın dışında bir tatil anlayışından bahsetmeye, hatta sizi bu hususta iknaya geldim.

Şimdi benim ailem de takdir edersiniz, deniz ve doğayı ziyadesiyle seven insanlar. Babam emekli turist rehberi, annem doğuştan entel ve biz çocukluğumuz boyunca kamp yaptık. Bundan 30-35 yıl öncesinin Toros’larını aşıp, Antalya bölgemizde çok da fazla sayıda olmayan kampinglere giderdik ailecek. Yani annem, babam, abim ve ben. Ben arabada yatırılıyordum sanırım. Abimin bir noktada kendi tekli çadırı olmuştu. O zamanın kampinglerinde zaten genelde yabancı karavancılar kalıyor, yemek servisi filan da olmuyordu. Annemin tek tüpte her gün Antalya sıcağında 3 öğün yemek yaptığını düşününce, bu tatiller en azından annem ve kadın emeği açısından  pek ekonomik geçmiş gibi görünmüyor. Ama öte yandan ailemize pek çok şey öğretti bu kamp deneyimleri.

Örneğin, ben o tatillerde gece ormanda tek başıma tuvalete giderken korkmamayı ve kaybolmamayı 4 ila 6 yaş arasında çözdüm. Yine aynı tatillerde elimizde bir sopa ile denize dalıp rastgele kaya altlarına sopamızı itelersek, bazen çıkan bir kolu tutarak ahtapot yakalayabileceğimizi öğrendik abimle. Annemle babam sudan her çıkardığımız ahtapota bakıp “Ama bu daha bebek, yenmez, bırakalım da büyüsün!” demeyi öğrendiler. Ben muzların hevenekte yetiştiğini Anamur’da bi kampta, bazı sivrisineklerin kot pantolon üzerinden sokabildiğini ise Pamukkale’de başka bi kampingde öğrendim. Ve “çocuklu tatil zordur” argumanlarını çökertmek için söylemiyorum inanın bunu ama çocukluğumun en azından tatillerini doğada geçirdiğim için, daha mutlu bir yetişkin olduğuma inanıyorum.

Doğada vakit geçirmek söz konusu olunca ufak tefek lükslerimden daha rahat vazgeçebiliyorum. Anın tadını daha beklentisiz bir içtenlikle çıkartabildiğime dair bir fikrim bile var. Uzun lafın kısası çocuklara doğa sevgisi ve tanışıklığı kazandırmanın eşsiz ve zaruri bir eğitim olduğunu düşünüyorum. Ve ister istemez tatiller, bunun için sahip olduğumuz yegane alanlar. O alanda da hem çocuğu, hem kendimizi yine beton duvarlar içine kapatmak ne kadar doğru, düşünmeye değer…

Peki biz keyfimizden mi kamp tatili yapmıyoruz?

Şimdi elbette aranızda konuyu irdelemek adına şu soruyu yöneltenler olacaktır. “Peki Deniz hanımcığım, biz keyfimizden mi kamp tatili yapmıyoruz?” Elbette öyle değil. Tatil hepimizin tüm yıl çalışıp, çok kısa sürelerle ulaşabildiği bir kavram. Bu nedenle tatilimiz hem bütçemize uygun olsun, hem de bari tatildeyken konfor alanımızdan taviz vermeyelim istiyoruz. Kampçılık ise kulağa daha çok “Kurt indi, örümcek ısırdı derken tatil diye perişan olduk.” gibi geliyor.

Hele de işin içinde çocuklar varsa, konfor ihtiyacımız ister istemez tavan yapıyor. Bu durumda pek çoğumuz hepsi dahil seçenekler sunan, sezondan önce hatırısayılır indirimlerle rezervasyon yapabildiğimiz büyük otellere yöneliyoruz. Ama bu tatiller yorgunluğumuzu gideriyor mu, arttırıyor mu, üstelik bizi doğa ile ne ölçüde buluşturuyor, ondan emin olamıyoruz ve aslında Dışına Çık’mayarak büyük bir şeyi mi ıskalıyoruz?

Her şey Dahil Tatilcilikten Ekoturizme Nasıl Gidilir?

Uluslararası Ekoturizm Derneği’nin 1991’de yaptığı tanıma göre ekoturizm; doğal alanlarda yapılan, çevreyi koruma ve yerel halkın refahına katkıda bulunma prensiplerini içeren seyahatlere deniyor. Yani pikniğe çıktım, mangal yaptım, çöpümü de orada bırakıp döndüm, bir ekoturizm değil. Bu bir turizm de değil açıkçası, bu bir çeşit vandallık.

Fakat o işi şu şekilde yapar isek; pikniğe çıktım, mangal kömürümü, etimi, sebzemi oranın köylüsünden temin ettikten sonra, ateşimi sadece bu iş için ayrılan yerde yaktım.  Yetmedi, mekandan ayrılırken arkamda bal dök yala bir ortam bıraktım. Tek bir şişe kapağı, tek bir sigara izmariti bile benden doğaya yadigar kalmadı… İşte bu şekil bir seyahat tasarlarsanız… Tebrikler! Ekogünibirlikçilik yolu ile ekoturizme giriş yaptınız.

Peki neden böyle bi kavram var?

E artık… Dünyanın geldiği nokta ortada; iklim krizi bir aldatmaca veya şaka değil. Yaşamın ve türümüzün devamı için, gezegenimizin ve birbirimizin, yani “bütünün” iyiliğini düşünmek zorundayız. Çünkü takdir ederisiniz ki korkuç tabii afetlerin, göçlerin, mülteci krizlerinin ve su savaşlarının hüküm sürdüğü bir dünyada iyi bir hayat süremeyiz. Gezegenimiz her birimize bas bas: “Güzel kardeşim, Allah’ın adını verdim bak şu karbon ayak izini azalt! Ben kaldıramıyorum artık senin aşırı tüketim falanlarını!” diyor. Üretiğimiz her parça çöpün, tükettiğimiz her bir parça lüksün, gittiğimiz yere ulaşmak için kullandığımız yakıtın, her gün değişsin istediğimiz yatak çarşafının ya da havlunun, yediğimiz paketli ürün çöpünün, aldığımız plastik şişeli su şişesinin… Hepsinin dünyaya bir bedeli var.

Bedeli var evet de, elbette seçimlerimizi “Tamam bundan gayrı Bıcırlar köyünde kıl çadırda tatil yapıyorum” şeklinde radikal bir ölçekte değiştirmemiz olası değil. Hep diyorum, yine derim. Adeta Turgut Uyar’ın “Aşk için söylediği her şey bir daha söylemesi gibi”, bir şeyi başarmak için gerekli olan çabanın nasıl oluştuğunu, bir daha ve bir daha söylerim: Minik adımlar…

Otel tatilinden vazgeçemiyorsak, belki çevreye daha duyarlı bir otel, ya da daha butik, o yörenin zeytininden zeytinyağı da yapan, onu da sabah kahvaltınıza damlatan bir ailenin kurduğu otel mi tercih etsek mesela? Çünkü dünyayı gezdiğini düşün, gittiğin her şehirde 5 yıldızlı x otelinde kalıp, aynı hamburgeri sipariş edeceksen, ne anladım ben öyle dünyadan?

Ben hazır sizleri bulmuşken, ekoturizmin temel ilkelerini de anlatarak sıra dışı doğa aşkımı rasyonel bir zemine oturtmak istiyorum.

Ekoturizim’de Dikkat Edilecek İki Konu

Muhafaza etmek: Gidilen yerin bio kültürel çeşitliliği korunacak kardeşim! Suyunu, havasını kirletmeyeceksin tatile gittiğin yerin… Sadece doğaya gitmek, çadır kurmak bir ekoturizm değil. Kelebekler ya da Kabak Vadi’sinde şelaleye kadar çıkıp, suyun geldiği oluğa pek işesini tıkayan birey gördü bu gözler! Böyle bir doğadan zevk alma modeli yok! Doğa ile buluştuğumuz noktada hem mirasçısı, hem bir parçası, hem de mümkün mertebe mütevazi olmayı öğrenmek zorundayız.

Sadece bio-çeşitliliği korumak da yetmez. Bizimki gibi binlerce yıllık tarih mirasları, antik kentleri, ören yerleri olan bir coğrafyada, her bir oymalı kapı, her bir mozaik tanesi, her bir sütun başı korunmalı.

Yöre Halkı: Ekoturizmin ana başlıklarından biri de yöre halkının ve o bölgenin refahı. “Turizm bi zahmet ziyaret edilen yerin halkına bi refah sağlasın, onların mirasına çökümlenmesin.” diye açıklanabilecek bir kavram. Bunun için yapabileceklerimizin başında o bölge insanını destekleyecek  alışkanlıklara yönelmek var. Nasıl ki biz gittiğimiz tatil yerinde güler yüz bekliyoruz, bir derdimiz olduğunda acil yardıma koşacak birilerini bulduğumuzda kendimizi güvende hissediyoruz, belki de beklediğimiz hissin bir kısmını da tatile yanımızda götürmeliyizdir.

Özetlemek gerekirse, gerçek bi ekoturizm deneyiminde insan doğa ile temas kurar, yörenin insanıyla temas kurar ve hayatı daha iyi anlar. Bunu cümle olarak söylediğimizde havada kalıyor o yüzden size en sevdiğim kamp anımla veda etmek istiyorum.

Çocukluğumda kampçılığa alıştığımdan sanırım, büyüyüp kendi paramla tatile çıkma vaktim geldiğinde, mümkün mertebe doğanın içinde olmayı tercih ettim. Bari senede 10 gün çatımda ağaçlar ve yıldızlar olsun, denize öyle yakın uyanayım ki, sabah attığım ilk nara bitmeden, yani yaklaşık 10 adımda, suda olayım istedim. Gece tuvalette dişimi fırçalarken bana en az 4 güve, bir iki kelebek ve çekirge ve bir de cırcır böceği eşlik etsin istedim. Ve böyle bir tercih yaptığınızda, doğa sizinle yerli yersiz, belki de kafanızdaki dopaminler aracılığı ile konuşmaya başlıyor.

Doğa benimle ilk konuştuğunda sanırım 23 yaşındadım; Kelebekler Vadisi’nde, yaklaşık 50 metrelik çok dik taştan bir uçurumun dibinde burnumda hayıt kokularıyla tuvalete yürüyordum. Çıplak ayağımın altındaki çakılı, yüz metre ötemde sahile vuran dalgayı, birkaç metre ötemde dev çiçeğe pike yapan arıyı, sarp kayalıkta fizik kurallarına tepki olsun diye dolanan keçiyi, tepemde dönen galaksinin her bir zerresini, hep bir ağızdan, aynı tatlı teslimiyetin içinde hissettiğim bir an oldu. Sait Faik’in öyküsündeki gibi, tüm tabiat bana “Şşşt!” dedi sanki.

Ve ben o anı hiç unutmadım.

Mutlulukla ilgili ümidi kaybettiğimde, o ana dönerek bunun mümkün olduğunu hatırlamaya çalıştım. Tabi o genç zihnimle neyi algıladığımı anlamam yıllarımı aldı. Doğanın bir parçası olduğumu ve onunla, anla uyumlu aktığımda mutlu olabileceğimi, bunun için kendimi ve gerçekliğimi algılayışımın değişmesi gerektiğini anlamam epey sürdü takdir edersiniz.

Ama anladığımda, hayat çok daha makul, üstelik çok daha az yalnız bir şeye dönüştü. Ve ben bilincimdeki bu dönüşümü doğada geçirdiğim zamana borçluyum. Hep “ben ben ben” dedim ama yıllar içinde kendim gibi çok insan tanıdım. Olay şahsımla sınırlı değil yani…

Hülasa, kendinizden doğanın temasını ve temaşasını esirgemediğiniz tatiller diliyorum hepinize. Ben Deniz Özturhan, umarım bir gün, bir ormanda, bir ateş başında karşılaşırız.

 

Sınırların dışına çıktığım bir günün hikayesi…

te

.. kocaman disko topunun hem yeşillikleri hem de üzerindeki gökyüzünü aynı anda yansıtması gibiydi..

Özgürlüğü tanımla deseler nasıl bir cevap verirdiniz?

Bana sorulsa cevabım içinde sonsuz neşenin, coşkunun, sınırları aşmanın, kahkahanın mutluluğun, sağlığın, arkadaşların, ailenin ve doruklarında yaşanan aşkların içinde olduğu bir hediye paketi olurdu.

Neden mi?

Her geçen gün yaş aldıkça hayata bakışım ve hayata sarılmışım daha da güçleniyor.

Daha bir anlamlı hale geliyor gözümün gördüğü, elimin tuttuğu her şey…

İşte tam da bu yaş benim ‘Dışına Çık’tığım yaş!

Bir dans pistinde kocaman disko topunun rengarenk ışıkların altında dans etmek ya da en sevdiğin solistin konserine gidip o sahnenin büyüsüne kapılmak ve her bir  şarkıya eşlik edip yeri gelip üzülmek ve bazen yeri gelip deliler gibi zıplamak!

Geçtiğimiz günlerde aynen öyle bir gündü benim için. Unutamayacak kadar güzel ve özeldi.

Abartmıyorum içerisinde hem sevdiğim dostlarım hem de yukarıda bahsettiğim o kocaman ışıltı vardı üstelik!
Sıcacık yaz ve yazla beraber gelen konserlerden birinde; Tom Odell için KüçükÇiftlik Park’taydık.

Erkenden soluğu orada aldık; rengarenk süslenmiş köşeler, ışıklı tabelalar, birbirinden güzel bar istasyonları ve konser için özenle seçilmiş kokteyller bir de tabii ki kocaman ışık saçan dev disko topu karşılamıştı bizleri.

İşimiz gereği her köşenin halkını verdik. Birbirinden güzel pozları, selfie’leri tamamladıktan sonra sahneye doğru adım adım yaklaştık.

Son hazırlıklar bitmiş ilk solistler yerini almaya başlamış ve tüm bu festivalin içerisine bir de müziğin o tatlı ritmi eşlik ediyordu bizlere…

Bu arada kimler mi vardı…

Kıvılcım Ural, Popüler indie grubu Away Days, Can Ozan ve muhteşem sesi ile hepimizi büyüleyen, aşkın tam içine düşüren Cem Adrian.

İşte bu nedenle biraz daha heyecanlıydık.

Saatler ilerledikçe KüçükÇiftlik Park daha da hareketleniyor, sahne önünü dans pistine çevirenler, sohbet edenler, fotoğraf çektirenler, keyifle kokteyllerini içenler ve benim gibi tüm bu anların büyüsüne kapılanlarla doluyordu alan.

Hemen ben de o büyünün içine dahil olmak için bar önünde yerimi aldım ve o güne özel hazırlanmış 🥃 kokteyl siparişimi verdim.

 

Arkadaşları sahne önünde bırakıp, elimde kokteylimle konser alanını, insanların o büyük coşkusunu ve solistleri görebileceğim en üst kata çıktım.

İşte şimdi benim için her şey mükemmeldi!

Dışına çıkmak tam böyleydi, sahne ışıkları Cem Adrian’ın üzerindeyken ve şarkılara eşlik eden binlerce el havadayken ve herkes o aşk şarkılarının içine düşmüşken ben nasıl içeride olabilirdim ki?

Saatler ilerledikçe beklenen an da gelmişti ben üçüncü kokteylimi içiyordum. Ve bir anda ortalık çığlık çığlığa oldu.
Sahnedeki isim, listeleri altüst eden ‘ Another Love’ şarkısıyla Tom Odell’den başkası değildi…

Herkes tek bir ağızdan şarkılarına eşlik ederken o sahnede büyüdükçe büyüyordu; işte bunu tarif edecek kelimeyi ben bulamıyorum…

Ama şunu söyleyebilirim ki benim günüm, o kocaman disko topunun hem yeşillikleri hem de üzerindeki gökyüzünü aynı anda yansıtması gibiydi.

Sevgiler,
Onur Erol

By One Crow - Web Design & Development